Yaşayanlar, yaşananlar ve iz bırakanlarla Bu Hafta…
28 HAZİRAN
Onun için hep şöyle denirdi: Normal zamanlarda hep naif, hatta panik, elini ayağını nereye koyacağını bilemez bir acemilik hâlinde. Ancak kameranın ışığı yandığında, onun karşısında da bir “star ışığı” parlamaya başlardı. En bilindik lakabı olan “Sultan”, onun kariyerinin tamamını ve sinemadaki varlığını çok güçlü bir şekilde tanımlıyorsa da, bu aslında kazanılmış bir unvandı. Henüz çok yeni söylediklerine bakalım: “Çoğu filmde beni güzel kadın, acı çeken kadın, kocası tarafından terk edilen kadın, ağlayan kadın rollerinde oynattılar. Bende de ‘daha gerçek karşılığı olan kadınlar olması gerekiyor’ diye düşündüğüm yıllar başladı. Arayış içine girdim. Lütfü Akad’ı ben buldum. ‘Daha gerçek hikâyelerde oynamak istiyorum’ diye kapısını çaldım ve zorla ben o filmi yaptırdım. Ondan sonra daha ağırlığı olan, mücadeleci kadın, daha güçlü kadın rollerini tercih etmeye başladım.”
Bahsedilen film “Ana”, o filmle birlikte daha da yükselen yıldız ise, bugün doğum gününü kutladığımız Türkân Şoray’dı.
28 Haziran 1945’te dünyaya, ondan 15 yıl sonra da sinemaya adım atan bu görkemli kadın, hafızalara kazınan onlarca filmde aktris olarak harikalar yaratmasının yanı sıra, büyük hünerlerini yönetmenlik koltuğunda da gösterdi. Ömrünün sonuna kadar dost olduğu Yaşar Kemal’in en kıymetli eserlerinden biri olan “Yılanı Öldürseler” de beyaz perdeye taşıdığı eserlerden biriydi.
Yukarıda alıntıladığımız sözlerinde dem vurduğu durumu, canlandırdığı yeni karakterlere kattığı ruh ile öylesine ters çevirdi ki, bugün bakıldığında “Selvi Boylum Al Yazmalım”daki Asya, “Vesikalı Yârim”deki Sabiha, “Yılanların Öcü”ndeki Fatma, “Mine”deki Mine ve “Sultan”daki Sultan başta olmak üzere muazzam bir çeşitlilik koyduğunu görüyoruz önümüze. Türkiye’deki kadın yıldız algısını şekillendirmekle birlikte, onun canlandırdığı karakterler zamanın kadınına hem ayna hem de ilham oldu.
Ne mutlu, hâlâ aramızda Türkan Şoray. Hem varlığı hem de kattıkları için teşekkür ediyor ve doğum gününü coşkuyla kutluyoruz.
29 HAZİRAN
Türkiye’nin, gitgide uzaklaşmaya başlayan yakın siyasi tarihinde adı mutlaka anılacak insanlardan biridir. İnsan hakları savunuculuğu, “Kürt Sorunu”na yaklaşımı ve demokrasi mücadelesiyle öne çıkan avukat Orhan Doğan, yalnızca politik tavrıyla değil insanî özellikleriyle de döneme damga vurmuştu. 1980’li yıllarda genç bir avukat olarak faili meçhul cinayetler, köy boşaltmaları ve işkence gibi insan hakkı ihlâlleriyle bir avukat olarak mücadele eden Doğan, 1990’lara gelindiğinde ise Kürt coğrafyasında yaşanan yoğun çatışmalı ortamda halkın haklarını savunduğu için hem tehditlere hem baskılara maruz kalmıştı.
Kendisine bir televizyon programında bağırıp çağıran Alparslan Türkeş karşısında bile ısrarlı bir nezaketle barışın, eşitliğin önemini o güzel lisanıyla anlatmaya gayret eden bu kıymetli insanı, ölümünün 18. yılında saygıyla anıyoruz. Bir gün bu topraklarda gerçek bir barış tesis edildiğinde, onun adı en güzel şekilde ve daha sık yad edilecektir kuşkusuz.
30 HAZİRAN
Tarih, enteresan ve büyüleyici bir şey. Bu coğrafyanın tarihi de enteresan ve büyüleyici ama biraz fazla sorunlu. Bugün meselâ, Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmasının yıl dönümü. Neden ayrıldı, neden katıldı, Hatay Devleti nedir, Suriye ve Türkiye arasında gidip gelme sebepleri nelerdir, bu bağlamlarda anlamsız görünen birçok şeyin kesinlikle çok derin anlamları vardır.
Sömürgeciliği bir alışkanlık hâline getiren Fransa ile, ona karşı çıktığı her meseleden onun en karanlık yanını öğrenen Türkiye’nin bu tuhaf düellosu önce Hatay’ın bütün tahakkümlerden sıyrılıp tümden bağımsızlaşmasıyla, Bağımsız Hatay Meclisi’nin aldığı karar neticesinde Türkiye Cumhuriyeti’ne “katılmasıyla” sonuçlanmıştı. Fransa biraz utanıp geri adım attı ama bu kez de Hatay’ı kadim toprağı olarak gören Suriye karşı çıkmıştı. Bugün bile, Suriye’nin bazı resmî haritalarında Hatay, Suriye toprağı olarak gösterilir.
Peki, bugün Hatay’a sorsak, Suriye İç Savaşı ve 2023 Kahramanmaraş Depremleri’ni deneyimlemiş bir kent olarak yeniden karar verse acaba “nereyi” ve “neyi” seçerdi?
Hatay, bir gastronomik gösteriş unsuru değil, astronomik kayıplar vermiş kadim bir şehirdir. Onun sesine her daim kulak vermek gerekir.
1 TEMMUZ
Onun için “Oyunculuk Devrimcisi” diyorlardı. Çünkü bir rolü canlandırma ekolünü bitirip onu duygusal olarak yaşaması beklenen bir eğitim görmüş ve bunu da hep uygulamıştı. En başından beri yaptığı şey bu olduğu halde, bunu yaptığını çoğunluğun fark ettiği en büyük performansını “The Godfather”da gösterdi. Oysa ilk Oscar ödülünü kazandığı “Rıhtımlar Üzerinde” filmiyle zirveye yerleşmiş ve “I coulda been a contender” repliğiyle çoktan sinema tarihine geçmişti.
Bugün “Baba”nın, Marlon Brando’nun ölüm yıldönümü. Alkışlarla anıyoruz.
2 TEMMUZ
Sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın tarihine geçen bir katliam ve katiller sürüsü kahretti, yok etti bugünümüzü ve yarınımızı. Bugün biz yanan ormanlarımıza kederleniyoruz, o gün yanan insanlarımızdı. Gözü dönmüş, vahşi, zalim bir güruh sağdan sola, bir “ümmete”, bir “millete”, yer yer devlete yaslanarak cayır cayır yaktı kendisine ışık tutan aydınlarını. Kendi kalmak istedikleri karanlık, herkese reva gördükleri karanlıktı. Korkunç bir alevle kurdular o karanlığı.
2 Temmuz 1993 günü, Madımak Oteli’nin ateşe verildiği Sivas Katliamı’nı televizyonlardan canlı izledik. Orada kaybettiğimiz güzelim insanların katilleri salındı, onları savunan avukatlar vekil oldu, herkes tahtını buldu ve lâkin biz yandığımızla, yakıldığımızla kaldık.
Madımak’ın közü hiç dinmedi, dinmeyecek.
*
Madımak’taki katliamda yazar, şair, müzisyen, gazeteci, oyuncu, karikatürist, akademisyen birçok kıymetli evlâdını kurban veren memleketin aynı gün ölen ve “doğum günü” bilinmeyen bir araştırmacısı var ki, onu ayrıca analım isteriz: Asım Bezirci.
Türk edebiyatında en eksik kalan sayfalardan biri, biyografidir diyebiliriz. Elbette onu sadece bu yapıtlarıyla anmak büyük haksızlık olur ama bu girişiminden bahsetmemek daha da büyük bir haksızlık olur.
Asım Bezirci aslında bilimsel ve ideolojik temelli eleştirilerin öncülerinden olan büyük bir araştırmacıdır ama bunu yaparken, eleştirdiği isimleri enine boyuna sunmakla birlikte, onları insanî olarak da ele alıp kucaklar.
Ama asıl önemli olan şudur ki, Asım Bezirci her gün sıkıcı bir memuriyet hayatı sürer. Akademik bir kariyeri olmadığı halde, çocukluğundan itibaren kendisine yatırım yapmış bir entelektüel olarak öğrenmenlik dahi yapmıştır. Hangi işle uğraşırsa uğraşsın, akşam evine döndüğünde olağanüstü bir disiplinle yeniden çalışmaya başlar, sabahın erken saatlerine değin üretmeye devam ederdi. Bu devasa külliyat böylesine büyük bir emekten meydana gelmişti.
Onu ve 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta yitirdiğimiz bütün canlarımızı saygıyla, minnetle anıyoruz. Katillerini ve o katilleri yaratan karanlığı her gün lanetliyoruz.
#unutMADIMAKlımda
3 TEMMUZ
Max Brod adında bir “zalım”, en yakın dostuna ihanet etmiş ancak insanlığa büyük bir hediye vermişti. Ona, “bütün yazdıklarını yakmasını” vasiyet eden Franz Kafka’yı bu sayede çok daha iyi tanıyabildik. “Büyülü gerçekçiliğin” en büyük temsilcisi sayılan Marquez, Kafka’nın “Dönüşüm” adlı hikâyesinden aldığı ilhamı, “farklı bir şekilde yazmanın mümkün olduğunu öğrendiğini” söyleyerek anlatmıştı.
“Gerçekçilik” mi? Evet, hem de sonuna kadar!
İnsanın anlam arayışına, yalnızlık ve çaresizliğine, masumken dahi suçlu hissetmesine sebep olan çarpışmalarına, sistemin anlamsızlığı karşısında sıkışırken çarptığı duvarlara ve “dönüştüğü” şeylere; kâbus gibi görünse baştan aşağı gerçek bir atmosfer içerisinde dokunmuştu Kafka. Onun eserlerinde hiçbir mahkeme ve yasa açık değildi, kurumlar insanı ezer ama sebebini asla söylemezdi, herkes, ne olduğunu bile anlamadığı kurallara uymaya çalışırken bulurdu kendini… Bütün bunlardan daha “gerçekçi” ne olabilir?
Bu büyük yazarın doğum günü bugün. Yaşıyor!
*
Türkiye’yi kahkahalara boğan, yarattığı karakterlerle ve özellikle bir tanesiyle herkesin sevgilisi olan dev bir aktörü, Kemal Sunal’ı kaybetmemizin üzerinden tam 25 yıl geçti.
Rıfat Ilgaz’ın ölümsüz eseri “Hababam Sınıfı”ndan sinemaya uyarlanan filmde “İnek Şaban” karakterine öyle bir ruh üflemişti ki, o artık baştan aşağı Şaban’dı. Bugün bile, büyük bir çoğunluğun nerede karşısına çıksa ekrana kitlendiği filmlerin büyük aktörünü sevgiyle anıyoruz.
*
Ve bizleri şiiriyle melankoliye, erken vedasıyla ise kedere boğan Küçük İskender. Gideli altı yıl olmuş.
“Üvey Arkadaş”ta demişti ki:
“Bu gece hüzünle sabahla; ona de ki: Ben bedendeki mıknatısın büyüsünü bozdum.
Bu gece iğrenç bir korku filmiyle sabahla; ona de ki: Kabuslarımın orta yerindeki tek güzel mabedin kapısına sıçtım.
Bu gece imla kurallarına uyulmuş edebi bir intihar mektubu ile sabahla; ona de ki: Farkındayım, ölsem, cesedimi gerçekten teşhis edebilecek tek insan odur; ceset de olsam, hainim hâlâ.
Ne mutlu sana!”
Ruhu şad olsun…
4 TEMMUZ
Güçlü bir kadınla başladı bu hafta, güçlü iki kadınla bitirelim:
O, laboratuvarlarda sabahlamayı seçti ve hâlâ iki alanda (fizik ve kimya) Nobel ödülü kazanan tek insan: Marie Curie.
Bilim ve insanlığın ilerlemesinde çığır açmış, kararlılığıyla tarih yazmış bu büyük kadın yalnızca yaptıklarıyla değil, asıl önemlisi bilimde kadınların varoluş mücadelesiyle özdeşleşmiş bir simgeydi.
Uranyumun kendiliğinden ışık yaydığını bulan ve buna “radyoaktivite” adını koyan Curie, 4 Temmuz 1934’te ayrıldı dünyadan ama kendisi de ışık yaymaya devam ediyor hâlâ!
*
Ve çok sevgili Tomris Uyar…
Bu haftanın hepimize ödevi o olsun. Daha çok okumak, daha iyi tanımak için. Ama lütfen, çok rica ediyoruz: “Birilerinin bir şeyi olarak”, değil kendisi olduğu için ve kendisi olarak.
Devrin daim olsun, Tomris Uyar…
Bu Hafta‘yı Emre Dursun hazırlıyor