27.3 C
İstanbul

Bu Hafta: 12 Temmuz – 18 Temmuz

Yayınlanma tarihi:

Yaşayanlar, yaşananlar ve iz bırakanlarla Bu Hafta

12 TEMMUZ

“Bir gün bir yerde beklenmedik bir şekilde kendinle karşılaşırsan, korkma. O da seni arıyordu,” demişti. İflah olmaz bir komünist olarak yaşayan ve şiirini bir silah olarak kullanan, Şili doğumlu dünyalı şair Pablo Neruda’nın 121. doğum günü ile başlıyor bu hafta.

Kendini, dilini, tarzını arama yolculuğundan hiç vazgeçmeyen Neruda’nın asla vazgeçmediği şeylerden biri de faşizm karşıtlığıydı. Emek düşmanlarına karşı her zaman direnmiş olan şair, önce doğduğu ülke insanının sonra tüm dünya halklarının saygısını kazanacak güçlü bir duruş sergilemişti. Büyük bir Nâzım Hikmet hayranı olan Neruda tesadüfi bir şekilde Şili’de gerçekleşen askeri darbeden sonra “kanser” nedeniyle hayatını kaybetmişti.

“Halkım ben, parmakla sayılmayan

Sesimde pırıl pırıl bir güç var

Karanlıkta boy atmaya

Sessizliği aşmaya yarayan

Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de

Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.

*

Hem içindedir çemberin hem de dışında yer alır. “Çemberden” kasıt, “İkinci Yeni”. O, kendinden bile bağımsızlaşmış, iflâh olmaz bir sivil olarak bu akımın içine de sabitlenemeyen şairlerdendi. Üstüne basa basa bir ideoloji anmaz ama şiirinin içinde sağlam bir politik duruş her zaman göze çarpar. “Yeterince radikal” bulmadığı İkinci Yeni’den ayrı dururken, kendi yapıtını “sivil şiir” olarak tanımlar. Sivil şiir, militarizme, bürokratik dile, tüm resmi ideolojilere karşı şiirdir. Bu sivilliği, eşcinsellik temasını en açık ve etkileyici biçimde kullanarak da gösterir. Hem şiirsel hem politik bir direniş olarak “deliler”, “ibneler”, “çocuklar”, “serseriler” birer kimlikten ziyade, Ayhan’ın gözüne kestirdiği kara resmiyete meydan okuyan hayal gücünün özneleridir.

Ölümünün 23. yılında en çok da “Meçhul Öğrenci Anıtı”yla anıyoruz Ece Ayhan’ı ve “devlet dersinde öldürülmüş” bütün çocukları…

*

Bu coğrafyanın felsefe açısından “çorak” olduğu pek sık dillendirilir. Oysa nereye baktığımız da önemlidir. “Bizim filozoflarımız” tam da Ece Ayhan örneğinde görülebileceği gibi edebiyatın tam ortasında oturmaktadır. Özellikle şairlerimiz ama onlardan hiç geri kalmayacak ölçüde yazarlarımız da felsefelerini yapıtlarıyla ortaya koymuşlardır. Sözgelimi, Metin Altıok ya da Metin Eloğlu’nun, Turgut Uyar’ın, Gülten Akın’ın, Edip Cansever’in, Sennur Sezer’in ve dahi Âşık Veysel’in, Yunus Emre’nin felsefeden azade olduğu söylenebilir mi?

Ece Ayhan’ın şiirdeki sivil duruşuna çok yakın bir yerde, bu coğrafyanın gerçek filozoflarından biri durur ve şöyle seslenir bize oradan: “Yazmak, iletişim kurmak değil, direnmektir.”

47 yıllık ömrüne önemli ama daha da ötesi tutarlı bir imza atan Ulus Baker, teoriyi yalnızca akademik bir şey olarak değil, yaşamla iç içe geçmiş bir kavrayış biçimi olarak gördüğü gibi, kendisi de buna uygun yaşadı.

Felsefe ve sosyoloji disiplinlerindeki yoğun çalışmalarının yanı sıra psikanaliz, sinema ve medya üzerine de kalem oynatan önemli düşünür, Deleuze’ün sinema felsefesini Türkiye’ye tanıtan isimdi. Sinema onun için bir görsel düşünme biçimiydi. Deleuze gibi, Guattari, Bergson, Foucault gibi isimlerden de etkilenen Baker’in, izini en çok sürdüğü kişilerden biri de Spinoza’ydı. Kedisine “Psinoza” adını verecek kadar…

Bütün üretimine karşın hayatının son yıllarını maddi sıkıntılar ve sağlık sorunlarıyla geçiren Ulus Baker’i 12 Temmuz 2007’de uğurladık dünyadan… Hasretle anıyoruz.

13 TEMMUZ

Türk müziğine yalnızca şarkılarıyla damga vurmakla kalmayıp onu dönüştüren bir büyük yıldızın, “Minik Serçe” lakaplı dev bir müzisyenin doğum günü bugün: Sezen Aksu, 71 yaşında ve hâlâ gencecik.

28. ve son albümü “Paşa Gönül Şarkıları”nı geçtiğimiz günlerde çıkaran Aksu, her albümü, her şarkısıyla hemen herkesin hayatına mutlaka dokunmuş, hem hüznümüzde hem neşemizde yer bulmuştur. Sadece dinleyenlerinin değil, her yaştan meslektaşının da baş tacı olan bu güzel kadının sözleri ve müzikleriyle boy gösteren sayısız müzisyen, onun şarkılarını Sezen Aksu’nun adeta onlara özel diktiği bir kıyafet gibi taşıdılar bugüne kadar.

Sadece müzisyen kimliğiyle değil toplumsal meselelerdeki duyarlılığıyla da bilinen Aksu, Hrant Dink anısına ve Cumartesi Anneleri onuruna yazdığı şarkılar; kadın ve LGBTIQ+ hakları ve ifade özgürlüğü konularında aldığı tavırla da öne çıkmıştır. Diyarbakır Belediyesi Çocuk Korosu’yla birlikte “Türkiye Şarkıları” diye bir konser serisi yapmış, kavuşma umuduyla dopdolu olduğumuz barış için söz söylemekten geri durmamıştır.

Sezen Aksu’ya bize kattığı her şey için teşekkür ediyor ve sağlıklı, güzel, uzun yıllar diliyoruz.

*

Bir filozof daha ağırlayalım…

Ulus Baker’le çok benzer bir fikirde olan ve “Anlatmak bir eylemdir” diyen usta Bilge Karasu akademik eğitimini felsefe alanında yapmış, bu alanda kendisi de dersler vermiş bir yazardı. Felsefi konuları eserlerinde de ele alan Karasu, bunu mitoloji ve insan duyguları ile birleştirerek eşsiz bir anlatıya ulaşır. Özgünlüğü, entelektüel düzeyi ve yaratıcılığıyla göz dolduran yazar, “Troya’da Ölüm Vardı”, “Narla İncire Gazel”, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı” gibi eşsiz eserler bırakmıştır.

Bugün, otuz yıl oldu gideli… Ama ne kitapsız, ne kedisiz ne de Bilge Karasusuz durabiliyoruz. Ruhu şad olsun.

14 TEMMUZ

Havalardan mıdır, mevsimden midir, temmuzdan mıdır, haftadan mıdır? Dünyanın bize bir hediyesi gibi, bir hafta içinde ardı ardına doğmuş, kulaklarımızın pasını silmiş üç muazzam kadından ikincisinde sıra: 1907’nin 14 Temmuz’unda dünyaya gelen, Safiye Ayla.

Daha üç yaşındayken annesiz ve babasız kalan ve “Darüleytam” denilen Yetimler Okulu’nda büyüyen Ayla, daha sonradan Yesari Asım Bey’den aldığı makam dersleri dışındaki tek musiki eğitimini bu kurumda almış olmasına rağmen, herkesin saygı ve hayranlık duyduğu üstün bir yorumculuğa ulaşmıştı. Her ne kadar onun icrasında teknikten ziyade estetiğin ağır bastığı söylense de, geliştirdiği makam ve usûl bilgisi, müthiş diksiyonu ve berrak sesiyle hem dinleyenlerini hem de çağının ve sonrasının müzisyenlerini derinden etkilemişti.

Bugün bile bir “ders” olarak öğretilen yorumu ve tarzı, yalnızca müzisyen olarak değil insan olarak da kuşandığı zarafetiyle, doğduğu günden bu yana yaşamaya devam ediyor.

*

Uzun yıllar boyu yazdığı tiyatro ve radyo oyunlarıyla bu alanda ustalaşmıştı ama ilk romanı bambaşka bir dönemin ve yazarlık yolculuğunun başlangıcı olmuştu: “Ölmeye Yatmak”.

“Dar Zamanlar” üçlemesinin ilk kitabı olan bu romandan roman ve öykü türünde daha yoğun çalışmaya başlasa da oyun sevdası hiç bitmeyen Adalet Ağaoğlu en fazla eseri de yine bu alanda vermişti. Geçmişle, devletle, toplumla, kendisiyle ama her daim bir şeyle çatışma içindeki karakterleri sanatsal olduğu kadar siyasal da olan bir anlatımla yaratan yazar, kadın mücadelesi üzerine de hayli kafa yormuştur. Türkiye’nin siyasal atmosferini, özellikle modernleşme sancılarını her daim bir fon olarak barındıran eserlerinde iç monolog ve bilinç akışı tekniklerini maharetle kullanmıştır.

Adalet Ağaoğlu, aynı zamanda İnsan Hakları Derneği’nin kurucularından biriydi ancak 2005 yılında derneğin “PKK yanlısı politika izlediğini” söyleyerek istifa etmişti. 2010 Anayasa Referandumunda ise bu kez “yetmez ama evet” tavrını benimsediği için çok ciddi eleştirilerin, hatta bir etkinlikte yumurtalı saldırının hedefi olmuştu.

Adalet Ağaoğlu, 2020 yılında bugün aramızdan ayrıldı. Onu yazdıklarıyla anıyoruz.

15 TEMMUZ

“Piyesi çok iyi anlamamıştım ama orada bir cümle vardı.

Genç kız, aşık olduğu yaşlı yazara bir madalyon hediye ediyordu. Madalyonun arkasında, yazarın kitabının adı ve bir sayfa numarası kazılıydı. Yazar, kendi kitabını açıp o sayfayı bularak benim asla unutamadığım o cümleyi okuyordu:

– Eğer bir gün hayatıma ihtiyacın olursa gel ve al onu.

Cümlenin gücü çocuk zihnimi dağlamıştı.”

Ahmet Altan’ın “İçimizde Bir Yer” kitabında bu cümlelerle anlattığı piyesin adı Martı, yazarı da Anton Çehov’du.

Modern öykünün ve çağdaş tiyatronun kurucularından sayılan Çehov, tıp eğitimi almış ve ömrü boyunca doktorluk da yapmıştır. Rus edebiyatının devlerinden biri olan Tolstoy’un, “Çehov yazmıyor, büyülüyor” diyerek selamladığı, durum öyküsünün en önemli temsilcisi olan yazar, “Çehov’un tüfeği” olarak bilinen ilkesi nedeniyle Hemingway tarafından ise eleştirilmiştir.

Bugün 121 yıl oldu Çehov öleli ancak imzası olduğu gibi duruyor.

16 TEMMUZ

Ve karşınızda müziğimizin bir başka büyüleyici kadını: Müzeyyen Senar.

Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde başlayan müzikal yolculuğunda klasik tavrı kusursuz bir şekilde öğrenmiş ancak asıl etkiyi bu tarza kattığı özgün yorumuyla yaratmıştı. En az Safiye Ayla derin olan makam ve usûl bilgisi ile güçlü sesini, kelimelere kattığı vurgularla daha da eşsiz bir hâle getirmişti. “Ormancı”dan “Feraye”ye, “Ben Melamet Hırkasını”dan “Benzemez Kimse Sana”ya kadar yorumladığı şarkılara kendi nefesini öyle bir üfledi ki, o da bu tarzıyla benzersizleşti.

Tüm bunların yanında, sahneye çıktığında apayrı, oldukça karizmatik ve büyüleyici bir kimlik kazanıyor, şarkıları dinleyici kalabalığının karşısında söylerken daha da büyüyordu.

Sadece müziğe değil, memleketin ruhuna damga vurmuş ve gönüllerde sarsılmaz bir taht kurmuş Müzeyyen Senar’ın doğum gününü kutluyoruz.

*

İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanyası’nın ahlâki çöküşünü, Nazi döneminin ardından topluma yayılan suskunluk ve ikiyüzlülüğü tüm çarpıcılığıyla gözler önüne seren, bunu da kullandığı sade dile karşın oldukça güçlü bir şekilde yapan Heinrich Böll, “Almanya’nın ahlâki vicdanı” olarak kabul edilen bir yazardı.

Bizzat şahit olduğu savaş ortamının vahşetini, o savaşın insanlar üzerinde yarattığı yıkımları en “sıradan” karakterler eşliğinden anlatıyor ama her bir karakterine kattığı duruşla onlardan da bir şaheser yaratıyordu. “Ahlâk, savaşla değil, gündelik hayatla sınanır,” diyen Böll, bazan bir palyaço eliyle toplumun karanlığını işaret ediyor, bazan da kolaylıkla bir iktidar aygıtına dönüşebilen medyanın “teröre” varan durumunu, bugün bile medya eleştirisinin klasik örneklerinden biri olarak kabul edilen “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”nda olduğu gibi yerden yere vuruyordu. “Ahlâk adına ahlâksızlık”, onun en temel konularındandı.

1974 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Heinrich Böll, bir dönem Almanya PEN Başkanlığı da yaptı ve çok üzücü bir şekilde, 67 yaşındayken merdivenlerden düşerek hayatını kaybetti. Bugün, gidişinin 40. yılı…

17 TEMMUZ

17 Temmuz 1986’da; 12 Eylül Darbesi’nin ardından iyice ağırlaşan hak ihlallelerine karşı, insan hakları konusunda sürekli mücadele veren insanların bir araya gelmeleriyle, İnsan Hakları Derneği kuruldu. Bu anlamda kurumsallaşmış ilk bağımsız sivil toplum kuruluşu da olan dernek işkenceye, kötü muameleye ve adil yargılanma hakkı ihlali başta olmak üzere tüm insan hakkı ihlali meselerinde aktif olarak mücadele etmektedir. Her yıl yayınladığı gözlem raporlarıyla ihlal ve şiddet çetelelerini paylaşmakla beraber, aynı konuda çalışmalar yürüten uluslararası örgütlerle de yakın temas içine çalışmaktadır. Günümüzde yönetim kurulu başkanlığını Eren Keskin yürütmektedir.

Elbette, haklarını savundukları insanlar ve kesimler kadar baskı ve şiddete maruz kalan, zaman zaman eleştirilerle de karşılaşan İHD, ülkenin en karanlık ve zulüm dolu günlerinde bile söylemlerinden, eylemlerinden geri durmadı ve bu mücadeleyi her yerde yükseltme gayreti içinde oldu. Kuruluşlarının yıl dönümünü kutluyor, kendilerini barış ve demokrasi ile taçlanmış günlerin özlemiyle selamlıyoruz.

*

Heinrich Böll’ün bir palyaço üzerinden ifşa ettiği toplumsal ikiyüzlülüğe, “ahlak adına ahlâksızlığa”, cinsiyetçiliğe, kibre, faşizm ve sansüre Türkiye’de, bizzat kendisinden yarattığı karakterle savaş açan bir efsaneyi beş yıl önce bugün yitirmiştik: Seyfi Dursunoğlu. Nam-ı diğer, “Huysuz Virjin”.

Memurluktan istifa ederek sahnelere adım attıktan sonra yeteneği, zekâsı, olağanüstü mizahi dili ve hazır cevaplığıyla yükselmeye başlayan Huysuz, sadece sahne ve televizyonların en aranan, sevilen ve hayranlık uyandıran figürlerinden birine dönmekle kalmayıp, Türkiye’de “Queer” temsil ve görünürlüğünün de en büyük öncülerinden biri oldu. Toplumsal cinsiyet konusunu, cinsiyet rollerini sahne şovları ve kıvrak esprileriyle ama aynı zamanda sağlam bir eleştirel bilinçle ele aldı. 80’li yıllardaki yasaklanmalarının benzerini 2000’lerin ortasında da yaşadığı halde can verdiği karakterden, tarzından ve şahsi duruşundan asla ödün vermedi.

O özgün ve eğlenceli yerinin asla doldurulamayacağı, henüz hayatta olduğu zamanlarda bile biliniyordu. Yaptığı işten iyi paralar kazanan ve tutumlu yönüyle de bilinen sanatçı, bütün mirasını Türk Eğitim Vakfı ile Darüşşafaka Cemiyeti’ne bağışlamıştı.

  1. ölüm yıldönümünde sevgi, saygı, minnet ve hasretle anıyoruz.

18 TEMMUZ

Virgina Woolf onun için şöyle demişti: “Kadın zekâsı, ilk kez onunla yazıya dökülmüştür.”

Yazınsal yeteneğine ironik dehasını da ekleyerek, yaşadığı dönemi bütün gerçekliğiyle gözler önüne seren; kadınların toplum içindeki konumlarını, onları sınırlandıran koşulları ve kendi yolculuklarını irdelemekle birlikte, en az Böll kadar güçlü bir şekilde toplumsal iki yüzlülükleri, ön yargıları, sınıf farklılıkları ve statü takıntılarını da ele alan Jane Austen, İngiliz edebiyatının dünyaya en büyük armağanlarından biriydi. “Romanlarımda yalnızca birkaç aileyi anlatırım ama bu birkaç aile tüm dünyayı temsil eder,” demişti.

1817 yılında bugün hayatını kaybetti. Kadın yaratımına büyük ilham ve cesaret verdi.

*

İroninin ve hicvin Türk edebiyatındaki güçlü isimlerinden biri olan Refik Halit Karay da dünyayı bugün terk edenlerden. O da birçoklarına ilham verdi. Hatta, politik olarak kendisini eleştirenlerin dahi onun yazın tarzından, gerçekçi ve canlı anlatımından etkilendiği görülüyordu. Mizahı bir edebiyat disiplini hâline getiren ve ustalıkla kullanan “Memleket Hikâyeleri”nde olağanüstü bir Anadolu manzarasını her zamanki içtenliği anlatırken, “Sürgün Hikâyeleri”nde biraz daha yalnızlığa gömülüp melankolikleşmiş ama gülümseten yanını burada anlattığı öykülerde de yitirmemişti. Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Hüseyin Rahmi Gürpınar,  Orhan Kemal, Çetin Altan ve özellikle köşe yazılarında Haldun Taner’de onun izleri görülüyordu.

Uzun yıllarını sürgünde geçirdikten sonra yeniden Türkiye’ye döndüyse de siyasetle arasına mesafe koymuştu. Türkçeyi en duru kullanan yazarlardan biriydi.

Refik Halit’i de yad ediyoruz…

Bu Hafta‘yı Emre Dursun hazırlıyor…

Benzer İçerikler

spot_img

Son İçerikler

spot_img