12.3 C
İstanbul

Dünden Bugüne Korku: İyi Saatte Olsunlar…

Yayınlanma tarihi:

Korku, kültürler değişse de aynı kaynaktan beslenen bir duygu. Gece, karanlık ve yalnızlık gibi temel durumlar, insanlık tarihinin her döneminde bilinmeyene yönelik ortak bir tedirginlik yaratır. Bugün “cin”, “hayalet”, “vampir” ya da “cadı” olarak gördüğümüz figürler de aslında bu ortak tedirginliğin kültüre göre şekillenmiş biçimleridir. Coğrafya değiştikçe isimler, semboller ve anlatı kalıpları farklılaşır; ancak bu figürlerin temsil ettiği duygular, örneğin; görülmeyen bir varlığın izlenmesi, evin içinde beliren siluetler, açıklanamayan bir kötülüğün yaklaşması, gibi… insanlığın paylaştığı arketipik korkular olarak sabit kalır. Bu nedenle dünyanın dört bir yanındaki mitolojiler, birbirini hiç tanımayan toplumların aynı karanlıkla benzer yollarla yüzleştiğini gösteren ortak bir geçmiş işlevi görür.

Kültürel Figürlerin Dağılımı: Cin – Cadı – Şeytan

Farklı toplumların korku figürleri, aslında o toplumların tarihsel deneyimlerinin ve inanç sistemlerinin bir izdüşümüdür. Türk kültüründe “cin”, hem İslamî anlatılar hem de daha eski Orta Asya inançlarının etkisiyle, görünmeyen ama hayatın içine sızabilen bir varlık olarak kolektif bilinçte güçlü bir yer tutar. Cin korkusu, musallat olma, büyü, ev içinde açıklanamayan hareketler ya da gece vakti duyulan fısıltılar gibi gündelik kaygılarla iç içe geçer; bu nedenle Anadolu’da korku çoğu zaman doğaüstünün sessiz ama sürekli bir varlığıyla tanımlanır.

Avrupa’nın tarihsel bilinç merkezine yerleşen figür ise “cadı”dır. Cadı imgesi, Orta Çağ boyunca toplumsal histerinin, dinî baskının ve cinsiyet temelli korkuların birleştiği bir sembole dönüşmüş; kilise kayıtları, mahkeme tutanakları ve görsel propaganda yoluyla kalıcı bir form kazanmıştır. Cadı avları, Avrupa’nın korku hafızasında bireysel bir varlığın ötesine geçerek, toplumun kendi içindeki tehditleri nasıl tanımladığını gösteren tarihsel bir araç hâline gelir. Bu nedenle cadı, büyü yapan bir figürün ötesinde; düzeni tehdit eden, “öteki” olarak kodlanan bir toplumsal korkunun yüzüdür.

Fotoğraf: Joshua Newton/ Unsplash

Amerikan kültüründe ise korkunun ekseni “şeytan” ve şeytani varlıklara odaklanır. Protestan gelenekten gelen günah–ceza–kurtuluş üçlemesi, demonik tehdit algısını güçlendirir; bu da şeytan çıkarma ritüellerinin hem gerçek hayatta hem de popüler kültürde merkezi bir yere yerleşmesine yol açar. The Exorcist ile geniş kitlelere yayılan şeytan teması, günümüzde The Conjuring gibi evrenlerde modern bir korku diliyle yeniden üretilir. Burada korku, görünmeyen bir musallat olmaktan çok daha fazlasını içerir: inanç sarsılması, kutsal olanın tehdit edilmesi ve kötülüğün fiziksel bir forma bürünmesi.

Cin, cadı ve şeytan figürleri arasındaki bu ayrım, aslında “mutlak kategoriler” sunmaz; her kültürde bu figürlerin varyasyonları bulunur. Ancak her biri, kendi toplumunun tarihsel gerilimlerini, inanç yapısını ve kolektif kabuslarını temsil eden baskın sembollere dönüşmüştür. Bu nedenle bu üç figür, kültürel korku haritasını okumak için güvenilir bir başlangıç noktası oluşturur.

Zaman içinde bu figürlerin kültürler arası dolaşıma girmesi, korku sembollerinin birbirinden bağımsız olmadığını da gösterir. Batı sinemasında “jinn” figürünün karanlık bir varlık estetiğiyle yeniden üretilmesi, Doğu’daki görünmez varlık algısının Batı’nın dinî korku kodlarıyla harmanlanmasına yol açarken; cadı imgesi ise Gotik edebiyatın yükselişiyle vampir ve şeytan figürleriyle iç içe geçerek ortak bir “tekinsizlik estetiği”ne dönüşür. Bu melezleşme, modern popüler kültürde somut örneklerle daha görünür hâle gelir. Örneğin bazı Hollywood yapımlarında jinn, klasik demon tasvirleriyle aynı bedende buluşur; Insidious gibi seriler ise şeytansı ele geçirme anlatısını Uzak Doğu korku sinemasının solgun yüzlü, uzun saçlı hayalet estetiğiyle birleştirerek hibrit bir korku dili kurar. Böylece cin, cadı ve şeytan figürleri yalnızca kendi kültürel bağlamlarında değil, küresel korku pazarının ortak repertuvarında birbirine karışan hareketli sembollere dönüşür.

Toplumlarda Korku ve Buna Bağlı Batıl İnançlar

Korkunun Sosyokültürel Kökenleri

Toplumlarda korkunun oluşumu, doğaüstü varlıklara duyulan kaygıyla sınırlı değildir; kültürel hafıza, toplumsal gerilimler, inanç sistemleri ve tarihsel travmalar bu duygunun içeriğini belirleyen temel unsurlardır. İnsan toplulukları, bilinmeyenle karşılaştıklarında bu boşluğu anlatılarla, ritüellerle ve sembollerle doldurur. Bu nedenle korku, hem bireysel bir psikolojik tepki hem de nesiller boyunca aktarılan sosyal bir bilgi biçimidir.

Mitlerin, halk anlatılarının ve batıl inançların zaman içinde değişmesi, korkunun toplumsal koşullarla birlikte sürekli yeniden üretildiğini gösterir. Anadolu’daki alkarısı miti bunun en belirgin örneklerindendir. Lohusalık dönemindeki kadınlara musallat olduğuna inanılan bu figür, hem doğum sonrası kırılganlık hem de annenin yalnız kalma korkusu gibi sosyokültürel kaygıları temsil eder. Modern korku filmlerinde bu tema yeniden biçimlenir; annelik, beden bütünlüğü ve hastane mekânı üzerinden güncellenmiş korku kodları ortaya çıkar. Böylece yüzyıllar önceki bir inanış, toplumun modern gerilimleriyle birleşerek yeni bir anlatı formuna kavuşur.

Benzer bir dönüşüm Avrupa’da da görülür. Lanetli ev (haunted house) konsepti, tarih boyunca aile birliğinin dağılması, inanç krizleri ve geçmişin günümüze musallat olması gibi temalarla ilişkilendirilmiştir. Bu anlatı, modern sinemada sadece fiziksel bir mekânın tehdit oluşturmasıyla birlikte evin (yani güvenli alanın), bir anda yabancılaşması anlamına gelir. Türkiye’de bu yapı “cin musallatı olan ev” biçiminde yeniden yorumlanır; tehdidin kaynağı psikolojik bir gerginlik olmaz; doğrudan görünmeyen bir varlığın eve sızmasıdır. Böylece aynı motif farklı kültürlerde farklı korkuların karşılığını üretir.

Fotoğraf: Akira Eshi/ Unsplash

Asya kültürlerinde ise uzun saçlı kadın hayalet figürü yüzyıllardır varlığını korur; 1990’lardan itibaren J-Horror akımıyla birlikte küresel bir ikon hâline gelen bu figür; bastırılmış öfke, intikam ve toplumsal dışlanmışlık gibi temaların bedenleşmiş hâlidir. Anadolu’da karşılığı kara basan kadın, lohusa baskını anlatıları veya gecenin bir noktasında beliren gölge kadın figürleridir. Coğrafyalar farklı olsa da, kadın bedeni üzerinden kurulan korku, toplumların cinsiyet normlarıyla ve bastırılmış gerilimlerle yakından ilişkilidir.

Tüm bu örnekler, korku figürlerinin tesadüfi olmadığını; aksine toplumların kendi iç dinamiklerini, inanç yapılarını ve kolektif bilinçaltını temsil ettiğini gösterir. Mitler zamanla değişir, biçimlenir, medyanın etkisiyle hızla yayılır; ancak temsil ettikleri temel korkular: yalnızlık, güç kaybı, görünmeyen bir tehdidin varlığı, kontrol kaybı, vb. sabit kalır. Korku böylece hem geçmişin mirasını taşıyan bir tarihsel birikimi hem de her dönemin kendine özgü kaygılarını yansıtan yaşayan bir kültürel organizma hâline gelir.

Batıl İnançlar ve Korku Pratikleri

Batıl inançlar, toplumların korku karşısında geliştirdiği savunma mekanizmalarının kültürel ifadelere dönüşmüş hâlidir. Rasyonel açıklamaların yetersiz kaldığı alanlarda, insanlar tehdit algılarını ritüeller, nesneler ve sözlü kurallar aracılığıyla yönetmeye çalışır. Bu nedenle batıl inançlar salt “yanlış bilgi” kategorisine girmez; aksine, toplumsal belleğin oluşturduğu bir güvenlik sistemi olarak işlev görür.

Anadolu’da nazar, en yaygın örneklerinden biridir. Kıskanç bakışların zarar verebileceği inancı, toplumun sosyal yapısında “göz değmesi” üzerinden açıklanan görünmez bir tehdit üretir. Muska takmak, mavi boncuk kullanmak ya da çocuğun başına tülbent bağlamak gibi uygulamalar, bu tehdide karşı geliştirilen ritüel çözümlerdir. Bu tür uygulamalar, korkunun tamamen sembolik bir form üzerinden nasıl somutlaştığını gösterir.

Benzer şekilde büyü ritüelleri, özellikle kırsal bölgelerde hâlen etkisini sürdürür. Bir insanın kaderini değiştirebilecek, evliliği bozabilecek, hastalık getirebilecek ya da “musallat” yaratabilecek bu uygulamalar, korkunun hem toplumsal ilişkileri nasıl şekillendirdiğini hem de görünmeyen güçlere atfedilen etkiyi ortaya koyar. Birinin kapısına konan tuz, bir eşiğe bırakılan su ya da bir ağacın dibine gömülen nesneler, batıl inancın gündelik hayatla nasıl iç içe geçtiğini gösterir.

Uğursuz gün ve saat inanışları da benzer bir işlev taşır. Cuma gecesi yalnız dışarı çıkmamak, perşembeyi cumaya bağlayan gece cinlerin aktif olduğuna inanmak, aynaya gece vakti uzun süre bakmamak, tırnak kesmek için belirli saatleri beklemek gibi davranışlar, zamanı ve mekânı sembolik olarak yeniden düzenleyen korkuya neden olan tehlikeleri önleme çabalarıdır. Bu kurallar çoğunlukla sözlü kültür aracılığıyla aktarılır ve toplumun ortak bilinçdışında kök salmış “tehlikeli anlar” kavramını güçlendirir.

Evin içi ise batıl inançların en yoğun olduğu alanlardan biridir. Kapı eşiklerinin kutsallığı, geceleri sandalye çevirmemek, ışığı kapatırken belirli bir dua okumak, bir odaya ilk kez girerken üç kez “tü tü tü” diye ses çıkarmak gibi uygulamalar, evin sınırlarını görünmeyen tehditlere karşı korumaya yönelik ritüellerdir. Ev, insan için en güvenli mekân olarak kabul edildiğinden, bu güvenli alanın dışarıdan gelecek bilinmeyen bir güç tarafından ihlal edilmesi korku anlatılarının temelini oluşturur.

Batıl inançlar Anadolu’ya özgü değildir. Dünya genelinde kültürel korku pratikleri şaşırtıcı derecede benzerlik gösterir: Japonya’da gece aynaya bakmanın ruhu çağıracağına inanılır; İtalya’da kara kedinin yol kesmesi uğursuzluk sayılır; Latin Amerika’da “la maldición” kavramı, kötü enerjinin insanlara bulaşabileceği fikrine dayanır. Bu benzerlikler, batıl inançların insan zihninin bilinmez karşısında geliştirdiği ortak stratejiler olduğunu gösterir. Coğrafya değişse de amaç aynıdır: Tehlikeyi kontrol altına almak ve görünmeyen bir düzen yaratmak.

Sonuç olarak batıl inançlar, toplumların korkuyla başa çıkma yöntemlerini somutlaştıran kültürel araçlardır. Kimi zaman koruyucu, kimi zaman sınır koyucu, kimi zaman da uyarıcı işlev görürler. Rasyonel bir temele dayanmasalar bile, kolektif hafızada korkuyu anlamlandıran güçlü bir yapının parçalarıdır.

Korku ve Cinsiyet Kodları

Korku figürlerinin önemli bir bölümü kadın bedeni üzerinden kurulmuştur; bu mitolojik anlatılarla birlikte, toplumsal cinsiyet düzeninin de tarihsel bir sonucudur. Kadın figürünün korku anlatılarında merkezi bir yer tutması, toplumların hem kadınlık rollerini nasıl tanımladığını hem de bu rollere atfedilen tehlike, güç veya kırılganlık gibi temaları nasıl işlediğini gösterir.

Anadolu kültüründe lohusalık dönemine yönelik korkular bunun en belirgin örneklerinden biridir. Lohusa kadınlar, doğum sonrası kırılganlık ve yalnızlıkla ilişkilendirilir; bu dönemde anneye musallat olduğuna inanılan “alkarısı” figürü, hem toplumsal kaygıların hem de kadın bedenine yüklenen kutsallık ve kırılganlık beklentilerinin bir yansımasıdır. Alkarısı anlatısı, anneliğin beden–ruh bütünlüğü üzerindeki baskısını görünür kılar; kadının bu süreçte yalnız bırakılmaması gerektiğine dair kültürel bir uyarı işlevi taşır. Böylece korku, bir mit olmaktan çıkar, toplumsal dayanışmayı düzenleyen sembolik bir kod hâline gelir.

Bu yapının karşılığı Asya kültürlerinde de görülür. Japon anlatılarındaki uzun saçlı kadın hayalet (yūrei) figürü, hem bastırılmış öfkenin hem toplumsal dışlanmışlığın bedensel bir temsiline dönüşür. Bu figür, çoğu zaman ihanet, yas, intikam veya toplumdan izole edilme temalarıyla ilişkilidir. Kadın bedeni bu anlatılarda bir korku kaynağı olması dışında, adaletsizliğin, unutulmuşluğun ve bastırılmış duyguların taşıyıcısıdır.

Avrupa’da ise kadın figürünün korkuyla birleştiği en belirgin alan cadı anlatılarıdır. Cadı imgesi, hem dini düzeni tehdit eden bir figür hem de toplumsal normlara uymayan kadınların damgalanması için kullanılan tarihsel bir araç olarak karşımıza çıkar. Cadı avları, toplumun “tehlikeli” gördüğü kadınları kontrol altına alma girişimlerinin sembolik bir biçimidir. Bu nedenle cadı, korku anlatılarında şeytani bir varlık olarak değerlendirilirken; iktidar, beden ve ahlak ilişkisinin de baskıcı mekanizmalarını temsil eder.

Modern kültürde bu temalar başka biçimlere evrilir. Korku filmlerinde “kırılgan kadın” klişesi, çoğu zaman kurban rolü üzerinden sürdürülürken; bazı yapımlarda kadın karakterler, travmanın ya da dışlanmışlığın sembolü olarak “korkuyu üreten figür” hâline getirilir. Ancak günümüzde giderek artan sayıda anlatıda kadın figürü, korkunun öznesi değil, onunla mücadele eden ve onu dönüştüren bir aktör olarak ele alınmaktadır. Böylece cinsiyet kodları daha karmaşık, çok katmanlı ve toplumsal dönüşümlere açık bir hâl almıştır.

Korku anlatılarında erkek figürleri de benzer biçimde toplumsal beklentilerin ve bastırılmış duyguların temsilcisi hâline gelmiştir. Kurt adam anlatıları, kontrolsüzleşen erkeklik, içgüdüsel şiddet ve “uygar bedenin” sınırlarına dair kaygıları görünür kılar. Frankenstein’ın canavarı ise baba figürünün yozlaşması, yaratma–yaratılan ilişkisi ve bilimsel gücün etik sınırları üzerinden erkeklik temsillerinin karanlık yüzünü ortaya koyar. Slasher sinemasındaki anonim, yüzü belirsiz erkek katiller (Michael Myers, Jason, Leatherface) toplumsal düzenin çöküşünü, maskülen gücün kuralsızlaşmasını ve şiddetin kaynağının belirsizleşmesini temsil eder. Bu figürler, kadın bedenine odaklanan korku anlatılarının karşısında erkekliğin de kendi içsel kabuslarını ürettiğini gösterir.

Kısacası korku ve cinsiyet ilişkisi, kültürlerin kadınlık ve erkeklik kavramlarını nasıl şekillendirdiğine dair güçlü ipuçları taşır. Kadın bedeninin hem tehdit hem tehdit edilen olarak konumlandırılması, toplumların cinsiyet rollerini hangi sembollerle kurduğunu gösterir. Bu bağlamda korku anlatıları, doğaüstü figürlerin ve toplumsal cinsiyet düzeninin tarih boyunca nasıl politik ve kültürel bir alan hâline geldiğinin de izlerini taşır.

Dijital Batıl İnançlar: İnternet Çağının Yeni Mitolojileri

Dijital çağda korku, eski mitlerin güncellenmiş versiyonlarının dışında, internet kültürünün kendi içinde yarattığı yeni batıl inanışlar ve ritüellerle de şekilleniyor. İnternet, bir zamanlar sözlü kültür aracılığıyla yayılan korku anlatılarını hızlandıran, dönüştüren ve küreselleştiren dev bir kültürel arşive dönüşmüş durumda. Bu nedenle dijital batıl inançlar, modern toplumların bilinmeyeni artık ekranlar, algoritmalar ve çevrimiçi topluluklar üzerinden deneyimlemeye başladığını gösterir.

Bu yeni mitolojilerin en bilinen örneklerinden biri, 3:33 fenomenidir. Gecenin bu saatinde uyanmanın “ruhsal bir çağrı” olduğu ya da bu saatte görülen gölgelerin “başka bir dünyanın işareti” olduğu düşüncesi, TikTok ve Reddit gibi platformlarda viral olarak yayılmıştır. Bilimsel bir temeli olmamasına rağmen, binlerce kişinin aynı olguyu benzer şekilde yorumlaması, dijital çağın kolektif korku üretme kapasitesini ortaya koyar. İnanç, bu noktada bireysel deneyimden çok, çevrimiçi toplulukların ortaklaştırdığı bir ritüele dönüşmüştür.

Slender Man gibi internet kökenli korku figürleri de yeni mitolojilerin üretim biçimini gösterir. 2009 yılında Something Awful forumlarında Victor Surge takma adıyla paylaşım yapan Eric Knudsen tarafından üretilen bu uzun, silueti belirsiz varlık, kısa sürede bireysel bir fikrin ötesine geçerek küresel bir korku ikonuna dönüştü. Ardından çizimler, videolar, internet efsaneleri, oyunlar ve fan anlatılarıyla hızla çoğalan bir evren yarattı. Geleneksel mitlerden farklı olarak, Slender Man’in yayılımı tek bir anlatıcının değil; anonim katkılarla genişleyen çevrimiçi toplulukların ortak üretim sürecinin bir sonucudur. Bu durum, modern korkunun artık bireysel yaratıcılıktan çok dijital platformların sağladığı kolektif çoğaltma mekanizmalarıyla şekillendiğini gösterir.

Dijital platformlar, “ritüel videoları” adı verilen yeni bir batıl inanç türünün yayılmasına da zemin hazırlamaya başlamıştır. Aynanın karşısında belirli sözleri tekrarlamak, karanlık bir odada mum ışığında beklemek, kapalı kapıların önünde kamera kaydı almak gibi eylemler, kullanıcıların kendi içeriklerini üretirken uyguladığı birer “korku performansı” hâline gelmektedir. Bu videolar hem merak hem tedirginlik duygusunu tetikler; böylece batıl inanç ekran üzerinden yeniden sahnelenen bir ritüele dönüşür.

Dijital batıl inançların hızlı yayılmasının bir diğer nedeni, gündelik hayatın görünmez alanlarının artık teknolojik araçlarla “görünür” hale gelmesidir. Ev içindeki hareket algılayıcıların yanlış sinyal vermesi, telefon kameralarının loş ışıkta oluşturduğu görüntü bozulmaları, güvenlik kameralarının arka planda ürettiği gölgemsi dijital hatalar, pek çok kullanıcının bu görüntüleri “doğaüstü kanıtlar” olarak yorumlamasına yol açar. Teknolojik hataların mistik işaretlere dönüşmesi, modern korkunun rasyonel bilgiyle irrasyonel yorumun iç içe geçtiği hibrit bir alanda üretildiğini gösterir. Dijital mitolojinin büyümesi, teknolojiye duyulan güvensizliğin kültürel bir dışavurumudur. Algoritmaların görünmez biçimde hayatı yönlendirmesi, veri gizliliğine dair kaygılar, sürekli dinlenen cihazlar ve derin sahte görüntülerin yarattığı belirsizlik, modern korkunun yeni kaynaklarına dönüşüyor. İnternet çağında “görünmeyen tehdit”, artık doğaüstü bir varlıktan çok yazılım hatası, algoritmik önyargı veya gözetim teknolojilerinin bilinmezliği şeklinde deneyimleniyor. Böylece dijital batıl inançlar yeni nesil mitlerle çağımızın teknolojiyle kurduğu gerilimli ilişkinin sembolik yansımaları hâline geliyor.

Sonuç olarak dijital batıl inançlar, günümüz toplumunda korkunun nasıl dönüştüğünü anlamak için önemli bir veri kaynağıdır. Geleneksel inançların boşluğunu doldurmakla kalmaz; yeni bir ortak korku dili yaratarak insanların hem anonim hem kolektif bir şekilde aynı tedirginlik alanına bağlanmasını sağlar. Bu yeni dijital mitolojiler, kültürel korku hafızasının platformlar, algoritmalar ve viral anlatılar aracılığıyla artık eskisinden çok daha hızlı ve çok daha geniş bir şekilde yeniden üretildiğini gösteriyor.

Halloween Kültürü ve Korkunun Ticarileşmesi

Halloween, modern popüler kültürde bir eğlence unsuruna dönüşmüş olsa da kökeni derin bir inanç sistemine, ölüm ritüellerine ve mevsimsel dönüşümlere dayanır. Pagan kökenli Samhain festivali, yılın ışıkla karanlık arasındaki sınırının inceldiği, ölülerin dünyasının yaşayanlara yaklaştığı bir eşik zaman olarak kabul edilirdi. Bu gece, hem ölümle temas ihtimalinin yarattığı korkuyu hem de mevsimsel belirsizliği sembolize eder; ateş yakma, maske takma ve ruhları uzaklaştırma ritüelleri bu kaygıyı yönetmenin kültürel yollarıydı.

Hristiyanlığın Avrupa’ya yayılmasıyla Samhain ritüelleri “All Hallows’ Eve” olarak yeniden adlandırıldı; ancak halk kültürü bu dönüşümü tamamen benimsemedi. Pagan ritüelleri yeni dini çerçeveyle iç içe geçerek yaşamaya devam etti. Böylece Halloween, korku, ölüm ve geçiş temalarının birleştiği melez bir kültürel mirasa dönüştü. Ritüeller değişti, semboller yenilendi, fakat altındaki temel duygusal yapı, bilinmeyene duyulan tedirginlik aynı kaldı.

Halloween’in asıl dönüşümü Amerika’da yaşandı. 20. yüzyıl boyunca göçmen kültürlerin birleşmesi, tüketim ekonomisinin yükselişi ve popüler medya üretimi sayesinde Halloween, ölüm ve korku temalarının evcilleştirildiği bir “şenlik”e dönüştü. Cadı şapkaları, balkabağı süslemeleri, kostümlü yürüyüşler ve kapı kapı dolaşıp şeker toplama geleneği, korkuyu gündelik hayatın içine taşıyarak onu tehdit olmaktan çıkarıp oyunlaştırdı. Bu yeni biçim, modern toplumun korkuyu yönetme biçiminin bir yansımasıdır: Tehlike, ritüellere bölünerek kontrol altına alınır.

Fotoğraf: Ksenia Yakovleva/ Unsplash

Günümüzde Halloween küresel bir tüketim ritüeline dönüşmüş durumda. Kostüm endüstrisi, dekorasyon ürünleri, özel etkinlikler, temalı partiler ve film/dizi içerikleri bu ekonomiyi besler. Korkunun ticari bir ürüne dönüşmesi, kültürel bir duygunun pazarlanabilir bir forma nasıl sokulduğunu gösterir. Dijital platformlar da bu döngüyü hızlandırır; Ekim ayı boyunca yayınlanan tematik film listeleri, korku maratonları, sosyal medya trendleri Halloween’in tüm dünyaya yayılmasında önemli bir rol oynamaktadır.

Türkiye’de Halloween’in algısı daha karmaşıktır. Bir yanda genç kuşakların küresel pop kültürle kurduğu ilişki sayesinde temalı kutlamalar, kostümlü partiler ve sosyal medya paylaşımları yaygınlaşırken; diğer yanda geleneksel kültürde bu ritüelin yabancılığı, zaman zaman tartışma konusu olmaktadır. Buna rağmen Halloween, özellikle büyük şehirlerde mevsimsel bir eğlence pratiği hâline gelmiş durumda. Korkunun coğrafyalar arası dolaşımını ve kültürel anlamların nasıl dönüştüğünü gösterir: Bir toplumun geçmişine ait olmayan bir ritüel bile, yeni kuşakların kendi eğlence kültürlerini kurarken başvurduğu esnek bir sembolik araca dönüşebiliyor.

Sonuç olarak Halloween, korkunun hem batıl inanışlarla hem de ticarileşme süreçleriyle nasıl iç içe geçtiğini gösteren güçlü bir örnektir. Ritüelin kökenindeki ölüm ve bilinmeyen korkusu, modern toplumda ticari bir festival diliyle yeniden şekillenir. Bu dönüşüm, kültürel korku hafızasının yalnızca korunmadığını, değişen çağla birlikte tüketime uygun biçimde yeniden nasıl üretildiğini de ortaya koyar.

Korkunun Kolektif Hafızası

Korku, insanlık tarihinin en eski ortak deneyimlerinden biri; kültürlerin yüzyıllardır biriktirdiği kaygılar, mitler ve açıklanmayan olayların oluşturduğu kolektif bir arşiv. Bu arşiv, tıpkı kıyıya dizilmiş taşlar gibi birbirine temas eden fakat her biri kendi coğrafyasının ağırlığını taşıyan katmanlardan oluşur. Türk anlatılarında cin, Avrupa’da cadı, Amerika’da şeytan figürü öne çıksa da bu ayrımlar mutlak değildir; her figür, kendi toplumunun tarihsel hafızasında baskınlaşan bir korku biçiminin temsili olarak ortaya çıkar. Cin, görünmeyen bir varlığın hayatın içindeki alanları işgal etme ihtimalini; cadı, yüzyıllarca süren toplumsal histeriyi ve kontrol mekanizmalarını; şeytan ise inanç temelli tehdit algısını kültürel bir forma dönüştürür. Amerikan korku geleneğinin kökeni Protestan öğretisindeki kötücül varlık algısına dayanmakla birlikte; sömürgeci geçmişin kendi karanlık mirasını da taşır. Salem cadı mahkemeleri, toplumsal histerinin dini otoriteyle birleştiğinde nasıl bir tehdit üretildiğinin tarihsel örneğidir. Bunun yanında Afro-Amerikan kültüründeki ruhani varlıklar, güney gotik anlatılar ve yerli toplulukların karanlık figürleri, Amerikan korku belleğinin çok katmanlı yapısını besleyen diğer önemli kaynaklardır. Bu farklı kaynakların birleşmesi, Amerika’daki “şeytani tehdit” algısını sadece inanç üzerinden aktarmak doğru olmaz; kültürel çeşitlilik, ırksal gerilimler ve sömürgeciliğin travmaları üzerinden de şekillendirir.

Bu figürlerin her biri, farklı taşların üst üste gelerek oluşturduğu bir denge gibi çalışır: Kimi zaman halk arasındaki köklü anlatılara dayanır, kimi zaman yeni medyanın estetik kodlarıyla birleşerek güncellenir. Sinema ve dijital platformlar, bu eski hikâyelere yeni ritimler, yeni yüzler ve yeni korku biçimleri kazandırarak ortak korku birikimini çağın ihtiyaçlarına göre yeniden düzenler. Ancak temel duygu değişmez: İnsan, karanlıkla başa çıkabilmek için onu yeniden anlatır. Bilinmeyenle yüzleşmenin yolu, onu bir figüre, bir ses tonuna, bir gölgeye veya bir yüzleşme sahnesine dönüştürmekten geçer.

Bugünün korku yapımları, teknolojik efektlerin ürünü olmakla birlikte, insanlığın birbirinden bağımsız görünen kültürlerinde biriken ortak kaygıların yeniden biçimlendirilmiş hâlidir. Farklı toplumlar farklı imgeler yaratmış olsa da korkunun özü aynı kalır: Bizi rahatsız eden şey, karanlığın içinde ne olduğunu bilmemektir. Taşların dalga karşısında direnç göstermesi gibi, bu anlatılar da zamanın aşındırıcı gücüne rağmen varlıklarını korur ve her yeni kuşakta yeniden anlam kazanır. Böylece korku; hem geçmişi taşıyan bir hafıza hem de bugünü yansıtabilen bir kültürel ayna hâline gelmektedir.

Sanatta Korkuya Yer Verilmesi

Korkunun sanattaki temsili, hem kültürlerin ortak bilinçdışına dair ipuçları taşır hem de her dönemin estetik anlayışını belirleyen güçlü bir ifade alanı oluşturur. Sinemadan müziğe, resimden sahne sanatlarına kadar pek çok disiplin, korkuyu bir duygu olmasının ötesinde; atmosfer, ritim, ışık, gölge, ses ve beden aracılığıyla yeniden kurulan bir deneyim olarak işler. Her sanat formu korkunun başka bir yüzünü görünür kılar: Sinema, göremediğimiz tehdidi görüntüyle; müzik, açıklayamadığımız tedirginliği sesle; görsel sanatlar, bilinçdışının karanlık izlerini imgeyle; tiyatro ise canlı performansın yarattığı kırılganlıkla beden üzerinden anlatır. Modern popüler kültür ise bu mirası hız, tüketim ve yeniden üretim döngüsü içinde güncelleyerek korkuyu daha erişilebilir, daha hızlı yayılan bir estetik koda dönüştürür. Böylece sanat, korkuyu biçimlendiren ve dönüştüren bir alan hâline gelir.

Yerel Mitlerden Sinemaya Geçiş

Korku sineması, yerel mitolojilerin modern anlatı teknikleriyle yeniden üretilmesi için en verimli alanlardan biri. Türkiye’de 2000’lerden itibaren popülerleşen Musallat, Siccin ve Dabbe serileri, doğrudan cin anlatılarının kültürel bellekteki ağırlığını görsel dile çeviriyor; Anadolu’daki “musallat olma”, “okunmuş ev”, “uğursuzluk bulaşması” gibi kavramları, çağdaş efekt ve ritimlerle yeniden yorumluyor. Avrupa’da kökeni Orta Avrupa folkloruna dayanan vampir miti, Bram Stoker’ın “Dracula” romanıyla edebiyattan sinemaya taşındı; Nosferatu gibi erken dönem yapımlar, bu mitin karanlık ve gerçeküstü tarafını modern sinemanın diline yerleştiren ilk örnekler oldu. Asya’da ise özellikle Japon korku sinemasının belirleyici figürü olan uzun saçlı, beyaz elbiseli hayalet kız (yūrei), The Ring gibi yapımlarla kendine küresel bir ikon yarattı. Amerika’da The Conjuring evreni, cadı avı döneminden kalan Hristiyanlık merkezli korkuların güncellenmiş versiyonunu temsil ediyor; lanetli ev, demonik varlık ve şeytani takıntı gibi anlatılar, artık geniş bir popüler kültür üretim hattının temel taşları. Tüm bu örnekler, yerel bir mitin sinema aracılığıyla uluslararası bir dile dönüşme kapasitesini gösteriyor: Korku, bir hikâyeden çok daha fazlası olarak kültürlerin kendini ifade etme biçimi denilebilir.

Korkunun Müziği: Sesin Karanlığı

Korku, gördüğümüz imgelerin yanı sıra, duyduğumuz seslerle de inşa edilir. Hatta çoğu zaman sahnede hiçbir şey olmazken, gerilimi yükselten asıl unsur müziktir. İnsan zihni, karanlıkta belirmeyen bir tehdidi önce ses üzerinden algılar; uzaktan gelen uğultu, kapıya vuran rüzgâr, duyulup da kaynağı bulunamayan gıcırtılar… Bu nedenle ses, kolektif kabusların en eski bileşenlerinden biridir. Antik dönemden bugüne kadar ölüm, kıyamet ve yas temalarını taşıyan melodiler, kültürlerin hafızasında korkunun işitsel izlerini bırakır.

Batı müzik tarihinde bazı melodiler, neredeyse “korkunun imzası” hâline gelmiştir. Orta Çağ’dan beri söylenen “Dies Irae” ilahisi, ölüm günü tasvirleriyle birlikte anılır; zaman içinde farklı bestecilerin eserlerine ve modern film müziklerine sızarak, dinleyiciye bilinçdışında bir son, bir hesaplaşma duygusu taşır. Benzer şekilde, gerilim yaratmak için kullanılan disonanslı akorlar, beklenmedik mod geçişleri ve “şeytanın aralığı” diye anılan triton gibi aralıklar, kulağın alışık olduğu dengeyi bozar. Bu kırılmış denge, dinleyicinin zihninde istikrarsızlık ve tehdit hissi yaratır; müzik böylece görünmeyen bir korkunun zeminini hazırlar.

Anadolu’da da ses, korku anlatılarının merkezindedir. Gece yürürken uzaktan gelen bir davul sesi, ıssız bir köy yolunda duyulan köpek uluması, cin çağırma ya da “okuma” ritüellerinde tekrarlanan monoton ezgiler… Bu sesler birer folklor detayı gibi algılansa da, kolektif hafızada korkunun nasıl kodlandığını gösteren işitsel işaretlerdir. Ağıtlardaki tiz ve uzun sesler; hem yasın hem de hayatla ölüm arasındaki sınırın inceliğini hatırlatır. Modern Türkiye korku sinemasında da bu miras devam eder: Cin temalı filmlerde duyduğumuz fısıltılar, geri sarılmış kayıt sesleri ve ani gürültü efektleri, eski inançların güncellenmiş ses tasarımları olarak karşımıza çıkar.

Fotoğraf: Nihal Demirci/Unsplash

Günümüz popüler kültüründe korku, giderek daha fazla ses tasarımı üzerinden pazarlanıyor. Slasher sinemasının keskin yaylıları, J-Horror’un metalik ve yankılı efektleri, found-footage filmlerindeki lo-fi uğultular, izleyicide “gerçek kayıt” izlenimi yaratarak tedirginliği artırıyor. Kulaklığı takıp izlediğimiz bir sahnede, arkadan gelen ince bir frekans bile, görüntüde henüz hiçbir şey olmamasına rağmen vücudun alarma geçmesine yetiyor. Böyle bakınca, korku anlatılarında müzik ve ses tasarımı, kolektif kabusların görünmeyen ama en hızlı çalışan taşıyıcılarından biri hâline geliyor; kültürler değişse de insanın karanlıkta ilk önce sese kulak vermesi gerçeği sabit kalıyor.

Görsel Sanatlar: Korkunun Görsel Dili

Korkunun görsel temsilleri, insanlık tarihinin en eski iletişim biçimlerinden biridir. Yazının ortaya çıkmasından çok önce bile mağara resimleri, bilinmeyenin yarattığı tehditleri semboller ve figürler aracılığıyla kayda geçirdi. Bu görseller, bir sahnenin betimi ama aynı zamanda da toplulukların korkuyu anlamlandırmak için ürettikleri ilk görsel ifadelerdi. Geniş gözlü hayvanlar, bilinmeyen siluetler, karanlıkta beliren insan figürleri… Hepsi, tehlikenin nasıl hayal edildiğine dair ilk ipuçlarını oluşturur.

Fotoğraf: Freestock/ Unsplash

Orta Çağ Avrupa’sında korku temsilleri, dinî görsel kültürle birleşerek yeni bir sembolik görsel dil yarattı. Kilise duvarlarına işlenen şeytan tasvirleri, cehennem freskleri ve günah–ceza döngüsünü gösteren illüstrasyonlar, korkuyu pedagojik bir araca dönüştürdü. Şeytanın bedensel olarak çarpıtılmış, hayvanlaştırılmış veya melez yaratıklar şeklinde temsil edilmesi, toplumun tehdit algısını somutlaştırmak için kullanılan güçlü bir estetik stratejiydi. Bu imgeler dini telkin olsa da, politik kontrol mekanizmaları olarak da işlev gördü.

Doğu kültürlerinde görsel korku dilinin temelini oluşturan figürler daha farklıdır. Çin ve Japon sanatında hayaletler, yūrei’ler ve ruhani varlıklar çoğu zaman hafifçe yüzen, uzun saçlı, bedensiz veya silik yüzlü kadın figürleri şeklinde betimlenir. Bu figürlerin estetiği, hem zarafeti hem de tehdit duygusunu aynı anda taşır. Doğu ikonografisinin korkuyu sessizlik, beyazlık, boşluk ve minimalizm üzerinden kurması, Batı’daki dramatik ve çarpıcı tasvirlerden önemli ölçüde ayrılır. Böylece kültürler, aynı temel korkuyu farklı görsel dillerle ifade eder.

Anadolu görsel geleneğinde ise korku çoğunlukla doğrudan betimlenmez; daha çok sembolik işaretler üzerinden kurulur. Muska, nazar boncuğu, tılsımlı desenler ve koruyucu geometrik motifler, görünmeyen bir tehdide karşı görsel bariyer işlevi görür. Minyatürlerde yer alan cin tasvirleri ise Batı’nın şeytansı estetiğinden farklıdır; çoğu zaman daha insanımsı, hatta bazen mizahi bir forma sahiptir. Anadolu kültüründe korkunun mutlak kötülük üzerinden anlatılmasından daha çok “bilinmeyenle müzakere” üzerinden kurulduğunu gösterir.

Bu minyatürlerde cin figürünün bütünüyle şeytanîleştirilmemesi, izleyiciye tek yönlü bir “iyi–kötü” ikiliği sunmak yerine, pazarlığa açık bir gri alan bırakır. Cin, kimi sahnelerde korkutucu bir varlık, kimi sahnelerde ise neredeyse insanî zaafları olan, hata yapabilen, hatta alay konusu olabilen bir karakterdir. Bu temsil biçimi, Anadolu kültüründe korku mutlak bir karanlık değildir. Üzerinde konuşulabilen, kontrol altına alınabilen ve ritüellerle yönlendirilebilen bir güç olarak kavrandığını gösterir. Başka bir deyişle, imgeler sadece tehdit üretmez; o tehditle nasıl yaşanabileceğine dair kültürel müzakerenin görsel kayıtları hâline gelir.

19 ve 20. yüzyıllara gelindiğinde modern sanat, korkunun psikolojik boyutunu merkeze alarak onu soyutlaştırmaya başlamıştır. Edvard Munch’un Çığlık tablosu, kaygının yüzünü temsil eden en ikonik örneklerden biridir. Francis Bacon’ın çarpıtılmış bedenleri, insanın kendi içindeki şiddet ve tedirginlikle hesaplaşmasını görünür kılar. Sürrealizmin rüya–kâbus estetiği, bilinçdışının gölgelerini sahneye taşır. Bu dönemle birlikte korku, doğaüstünden çok zihinsel bir alanın yansıması hâline gelir.

Günümüzde görsel korku dili, dijital estetiğin olanaklarıyla daha da çeşitlenmiştir. VHS efekti, karıncalanmış görüntü, düşük çözünürlüklü kameraların ürettiği görüntü bozulmaları ve güvenlik kamerası görüntülerinin soğukluğu, modern korkunun en etkili görsel araçlarına dönüşmüştür. Dijital bozulma, ışık patlamaları ve gölgelerin yapay manipülasyonu, teknolojinin kendi hatalarını yeni bir ikonografik repertuvara dönüştürür. Böylece korkunun görsel temsili bir estetik atmosfer, bir teknik kusur ya da bir ekran dokusu üzerinden de üretilebilen hibrit bir dile sahiptir.

Kısacası görsel sanatlarda korku, her dönemde farklı bir temsil mekanizmasıyla varlık göstermiştir. Duvara çizilen ilk gölgelerden modern dijital karanlığa uzanan bu çizgi, kültürlerin korkuyu anlatmakla kalmadığını; şekillendirip yeniden yorumladığını gösterir. Görsel imgeler, kolektif kabusun hem taşıyıcısı hem de dönüştürücüsüdür.

Tiyatro ve Sahne Sanatları: Korkunun Sahnedeki Dili

Korkunun sahnedeki temsili, insanlık tarihinin en eski ritüellerine kadar uzanır. Tiyatro, kökeni itibarıyla bir anlatı sanatı ve toplulukların korkularını ortak bir alanda deneyimlemelerini sağlayan bir ritüel biçimidir. Bu nedenle korku sahnede her zaman bir “etki” yaratmaz, bir deneyim olarak üretilir. Seyircinin karanlık bir mekânda, canlı performansın kırılganlığının içinde bulunması, sahne sanatlarını korku için eşsiz bir zemin hâline getirir.

Antik Yunan tragedyalarında korku, kader, suç ve ilahi cezalandırma temaları üzerinden örgütlenir. Oresteia gibi metinlerde aile içi şiddet, tanrısal gazap ve kaçınılmaz son duygusu; Medea gibi oyunlarda ise kadın öfkesi, ihanet ve toplumsal normların çöküşü korkunun dramatik temelidir. Bu oyunlarda sahnedeki korku, ‘dehşet’ duygusunun arınma ile birleştiği bir mekanizmaya dönüşür. Seyirci, görsel şiddetin sınırlı olduğu bir dönemde bile söz, maske ve ritim üzerinden güçlü bir psikolojik sarsıntı yaşar.

Shakespeare döneminde korku daha bedensel, daha atmosferik ve daha dramatik bir forma bürünür. Macbeth’te sis, fırtına ve karanlık; cadıların kehanetleriyle birleşerek kötülüğün sahnedeki varlığını kurar. Hamlet’te babanın hayaleti doğa üstü bir unsurla yansıtılmış; suçluluk, hesaplaşma ve ölüm düşüncesinin somutlaşmış biçimidir. Shakespeare’in korkuyu temel dramatik çatışmanın içine yerleştirmesi, sahne sanatlarının sonraki yüzyıllarında kalıcı bir model oluşturur.

Doğu sahne geleneklerinde korku daha çok gölge ve temsil üzerinden var olur. Türk gölge tiyatrosu Karagöz–Hacivat’ın içinde yer alan “şeytan”, “cin” ve “hortlak” figürleri, korkuyu doğrudan oluşturmaktan çok onunla alay eden, onu hafifleten bir işlev taşır. Karagöz evreninde bu figürlerin asıl gücü, korkuyu mizah yoluyla evcilleştirmeleridir. Yani sahnede asıl öne çıkan şey, doğaüstü varlığın mutlak dehşeti değil; onun gündelik hayatın diliyle, argo, taklit ve abartıyla sıradanlaştırılmasıdır. Anadolu korku kültürünün temel reflekslerinden birini açığa çıkarır: Korkuyla doğrudan yüzleşmek yerine, onu alaya alarak, küçülterek ve kolektif bir kahkaha alanına taşıyarak başa çıkmak. Böylece sahne, korkunun üretilmesi ve kontrollü biçimde dağıtılması bir güvenlik bölgesine dönüşür.

Bu yapı, Anadolu’daki korku kültürünün mizah ve günlük hayata yakın bir dille iç içe geçmesinin sahne üzerindeki karşılığıdır. Japon Noh tiyatrosunda ise maskeler, ağır hareketler ve sessizlik aracılığıyla ruhani varlıkların sahnede bıraktığı tedirginlik duygusu, kültürün kendi hayalet estetiğini teatral bir forma dönüştürür.

19 ve 20. yüzyıllarda sahne korkusunun en çarpıcı örneklerinden biri, Paris’teki Grand-Guignol tiyatrosudur. Bu tiyatro, kanlı makyajlar, ani sahne efektleri ve izleyiciyi şoka uğratmayı amaçlayan anlatılarıyla korkuyu fiziksel bir deneyim hâline getirdi. Grand-Guignol geleneği, sinemanın henüz gelişmediği bir dönemde görsel dehşeti sahnede yeniden üreterek çağdaş korku estetiğinin öncülerinden biri oldu.

Günümüzde sahne sanatlarında korku daha deneysel biçimlerde karşımıza çıkıyor. Ses tasarımının yoğun kullanımı, karanlık–ışık kontrastları, mekânın bilinçli olarak kapatılıp açılması, izleyicinin çevresine yerleştirilen oyuncular veya izleyiciyi sahnenin parçası olarak içine alan performanslar; korkunun fiziksel ve duygusal etkisini artıran yeni sahneleme yöntemleri sunuyor. Bu tür yapımlarda korku figürü çoğu zaman görünmezdir; izleyici, anlık sesler, gölgeler ve hareketleri yorumlayarak kendi zihinsel boşluklarını doldurur. Böylece tiyatro, korkuyu en saf hâline yani beklenti, tedirginlik ve kontrol kaybı duygusuna geri döndürür.

Tiyatro ve sahne sanatları, korkunun kültürel kodlarını imgelemekle kalmaz; beden, mekân ve ritim üzerinden kurar. Seyircinin canlı bir deneyimin içinde bulunması, sahnede yaratılan korkunun diğer sanat formlarında bulunmayan bir yoğunluk taşımasını sağlar. Bu nedenle korkunun tiyatrodaki ifadesini, hem tarihsel bir miras hem de çağdaş sahnede sürekli yenilenen bir ifade alanı olarak temsil eder.

Popüler Kültürde Yeni Üretimler

Dijitalleşme, korkunun üretim ve dolaşım biçimlerini radikal biçimde dönüştürdü. Netflix, Amazon Prime Video ve Disney+ gibi platformlar; sinemanın uzun yıllar boyunca taşıdığı korku estetiğini hız, erişim ve sürekli güncelleme döngüsü içinde yeniden tanımlıyor. Yerel mitolojiler küresel izleyiciye açılıyor; cin anlatılarından Japon hayalet estetiğine, şeytansı anlatılardan kaydedilmiş görüntü üzerinden ilerleyen korku anlatılarına kadar çeşitli korku biçimleri artık aynı dijital ekosistemin parçası hâline geliyor. Türkiye’deki cin temelli yapımların mini-dizi formatına taşınması veya “gerçek kayıtlardan alınmıştır” ibaresiyle sunulan belgesel–kurgu hibrit içerikler, bu dönüşümün yerel karşılıkları arasında.

Modern korku üretimini belirleyen en güçlü stratejilerden biri, “gerçek hikâyeden esinlenmiştir” söylemidir. Bu ifade, halk anlatılarının yüzyıllardır sahip olduğu inandırıcılığı çağdaş bir pazarlama aracına dönüştürür; izleyicinin gerçeklik arzusunu besleyerek anlatının etkisini artırır. Geleneksel bir kasaba efsanesinden mahkeme kayıtlarına kadar pek çok hikâye, dijital platformların estetik kodlarıyla birleştirildiğinde yeni bir tedirginlik alanı yaratır: Görüntünün “kanıt” olarak sunulması, korkuyu kurgu dışına çıkararak; olasılık üzerinden inşa eder.

Korkunun popüler kültürde bu kadar hızlı çoğalmasının bir diğer nedeni, görsel ve işitsel estetiğin sürekli yeniden üretime açık olmasıdır. Karanlık koridorlar, titreşen ışıklar, lo-fi kameralar, güvenlik görüntülerinin soğuk tonu, sosyal medya videolarındaki kesik ses efektleri… Tüm bu unsurlar yeni bir korku dili oluşturur. Artık korku yalnızca anlatılan bir hikâye değil; platformların ritmi, algoritmaların öneri mantığı ve viral videoların görsel karakteriyle birleşen bir tüketim biçimidir.

Sonuç olarak popüler kültürdeki yeni korku üretimleri, hem geleneksel mitleri yenileyen hem de dijital çağın estetik hızına uyum sağlayan hibrit bir yapı sunar. Bu içerikler, korkuyu daha erişilebilir, daha gündelik ve daha sürekli kılar; korkunun sanatsal üretimdeki tarihsel seyrini hızlandırılmış, parçalı ve küresel bir deneyime dönüştürür.

Kaynakça:

  • Joseph Campbell – Kahramanın Sonsuz Yolculuğu
  • G. Jung – Arketipler ve Kolektif Bilinçdışı
  • Mircea Eliade – Mitlerin Özellikleri
  • Noël Carroll – Korkunun Felsefesi veya Kalbin Paradoksları
  • Mark Fisher – Tuhaf ve Tekinsiz
  • David J. Skal – The Monster Show: A Cultural History of Horror”
  • Alan Dundes – Nazar: Bir Halkbilimi İncelemesi
  • Metin And – Karagöz: Gölge Oyunu
  • H. Gombrich – Sanatın Öyküsü

 

Benzer İçerikler

spot_img

Son İçerikler

spot_img