10.5 C
İstanbul

Bu Hafta: 10 Mayıs- 16 Mayıs

Yayınlanma tarihi:

Yaşayanlar, yaşananlar ve iz bırakanlarla Bu Hafta…

10 MAYIS

Barış Bıçakçı, “Sinek Isırıklarının Müellifi” romanının bir yerinde şöyle der: “Zaten bu dünyada çoğunluğu herkesin kendisine hayran olduğunu düşünenler ile kimsenin kendisini sevmediğini düşünenler oluşturur, geri kalanlar ise Vüs’at O. Bener okurudur.”

Bu cümlenin neyi imlediğini en iyi yazarı bilir. Kendi anlattığı şeyi de yine en iyi, yazarı bilir. Yazdıklarında, otobiyografik öğeleri sık ve ustalıkla kullanan bir “müellif” olarak bilinen Vüs’at O. Bener, bunu öylesi bir maharet ve gizemle yapmıştır ki, acaba nerede o, nerede değil diye kıvranıp durur okur, hikâyenin sonunda. “Hikâyenin sonunda” çünkü onun yazdığı hikâyeleri okurken, okuduğunuzdan başka bir şeyi biraz zor düşünürsünüz. Yoğun, sembolik ve kapalı bir dil kullanır. Zaman zaman “dilin sınırlarını zorlamak” olarak eleştirilen tarzı ortaya Türk edebiyatının en özgün metinlerini çıkarır.

1922 yılında bugün dünyaya gelen Bener, insanın iç dünyasını özellikle de “ölüm” teması etrafında pek sık dolaşarak irdelemesine rağmen, melankoliye düşmeyen bir anlatıma ulaşmıştır. Evet, yazar bilir ama Bıçakçı’nın kabaca “narsistler” ve “melankolikler” şeklinde tarif ettiği yerden tam da böyle sıyrılır. Evet, yazar bilir ama ne denli içe dönük, duygusal derinliği olan, yaşamı sorgulayan karakterler ve eserler yaratmışsa da Bener, gösterişten uzak, samimi ve sade bir yazın ve yaşam biçimini temsil eder. Okurları da ona bu noktada memnuniyetle eşlik eder. “Dost” olmak, böyle bir şeydir…

11 MAYIS

“Eğer dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti İstanbul olurdu,” demişti Napoleon Bonaparte. Tek bir kıta oldu fakat tek bir ülke olmadı, olamadı dünya. Ama o dünya üzerinde çok büyük ülkeler kuruldu. Onlardan biri de, Roma İmparatorluğu’ydu. Tam 1500 yıl hüküm süren bu imparatorluk, kendisinden tarihçe eski bu “ece” kenti, 11 Mayıs 330’da yeni başkenti olarak duyurdu. Bu nedenle “Konstantin’in şehri” olarak anılan İstanbul, 29 Mayıs 1453’te Türklerin eline geçtiğinde de bu unvanını korudu ve bir başka imparatorluğun, Osmanlı’nın dördüncü ve son başkenti oldu.

Bugün bu şehrin görkemli güzelliğini, tarihini ya da payitahtlık tecrübelerini konuşmaktan ötesini yapmamız gerek: İstanbul’u, büyük bir deprem bekliyor! İstanbul’un ve gündeminin bundan başka oturacak yeri yok! Sallanmadığımız zamanlarda da hatırlatmak bize vazife!

İstanbul… Onu başkent ilan edenler, ona siyaseten hükmedenler, onu “ele geçirdiğini” zannedenler, ona layık olan ya da olamayanlar… Onu, belki de tarihinin en büyük felâketlerinden birine göz göre göre sürükleyenler… Hepsine bir doz hakiki İstanbul verelim:

“İstanbul bütün ışıklarını yakmıştır. Bu ışıkların içinde sinemaların da ışıkları vardır: Tütüncü dükkânları zillerini çıngırdatırlar… Çocukların bu İstanbul’un ışıklarından aldıkları intiba peri masallarından alınandan daha cazibelidir.” (Şahmerdan)

Peki, İstanbul hep mi böyle güzeldir? Yoo! Aşırı doz olursa, sonuç değişir:

“Şehirden kurtulmakla tarihten kurtulunmuyor. Her adımda yıkık dökük, harabe hâlinde tarih surlarda. İstanbul surları, kuleleri birbirine geçmiş, mazgalları dökülmüş, sarayları çökmüş, yollarını devedikenleri, baldıranlar kaplamış bir hâlde sağımızda uzayıp gidiyor.” (Havuz Başı)

Bugüne oranla oldukça nitelikli olan okul kitaplarımızdan bile anımsarız şunu: “Sait Faik’in öykülerinde, İstanbul bir şehir değil, bir karakterdir.” Öyledir.

11 Mayıs 1954 günü bizi terk eden Sait Faik, İstanbul’a, hele de Burgazada’ya tutkun bir beyefendidir. “Yazmasa deli olacaktı”, bilirsiniz, ya biz okumasak? Kâbusa bak!

İnsanın, okurken bir ezgiye kapılıp gidercesine kendini kaybettiği türden öyküler yazmış bu büyük yazarı minnetle anıyoruz.

12 MAYIS

İstanbul’daki Florence Nightingale Hastanesi’nde, Sırrı Süreyya Önder’i kaybettik geçtiğimiz hafta, 3 Mayıs gününde. Söylenecek çok şey var, yazacak hiçbir şey yok. Değerli kızı Ceren Önder Kandemir’in ona veda konuşmasını buraya iliştiriyor ve “Sırrı Abi”ye kederle veda ediyoruz. Devri daim olsun…

Florence Nightingale… Modern hemşireliğin kurucusu sayılan bu insan, Kırım Savaşı esnasında İstanbul Üsküdar’daki Selimiye Kışlası’na gelerek, savaş yaralılarının bakımını üstlenmişti. Bu cevval kadın sağlık hizmetlerinde istatistik kullanımı konusunda da öncü olacaktı. Verileri grafiklerle sunarak, o dönemdeki “hastane” koşullarının ölüm oranları üzerinde doğrudan etkili olduğunu kanıtlamıştı. 1860 yılında, Londra’daki St. Thomas Hastanesi’nde kendi adını taşıyan bir hemşirelik okulu da kurmuştu.

“The Lady with the Lamp” (Lambalı Kadın) lakabını kazanmasına sebep olan özelliği, geceleri bile hastaları ziyaret etme vazifesini terk etmemesiydi.

Onun adını taşıyan bir hastaneden yolcu ettik Sırrı’yı… Ama insanlık için gözü kapalı bir şekilde mücadele eden insanların sırrı, bu dirayetli hemşirenin 205. doğum gününde de bir kudret fısıldıyor bizlere… Ne diyor sizce?

13 MAYIS

“Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanatını yıksın,”
diyor olabilir mi?

Uyan İstanbul, Vedat Türkali doğdu bugün!

Vüs’at O. Bener gibi, Vedat Türkali de Samsun’da doğmuştu. Hem de 1919’da! İstanbul Üniversitesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu ve bunu yapmakla kalmayıp Türkçenin en muazzam eserlerini kaleme aldı.

Öğretmenlik kariyeri, geçen hafta andığımız Rıfat Ilgaz gibi sağlık sorunları sebebiyle değil, mahkûmiyetle son buldu ama serbest kaldıktan sonra Ilgaz’la birlikte Gar Yayınları’nı kurdu. Sosyalist ideolojiye yürekten inanmış bir insan olarak örgütlülüğü savundu ve iflah olmaz bir TKP üyesi olarak yaşadı.

“Bir Gün Tek Başına” ile Türk edebiyatının en önemli siyasal romanını yaratan yazar, “Mavi Karanlık”, “Güven” ve “Kayıp Romanlar” gibi eserler vermekle birlikte, çok erken yaşlarından itibaren sinemaya da katkıda bulundu. “Karanlıkta Uyananlar”, “Fatmagül’ün Suçu Ne?” gibi senaryolar kaleme aldı ve Atıf Yılmaz, Halit Refiğ gibi önemli yönetmenlerle de çalıştı.

Hayatı boyunca “sol” taraftan ayrılmayan Türkali, barış, özgürlük ve insan hakları mücadelesinde sıklıkla söz söylemiş ve işçi sınıfının mücadelesinden Kürt meselesine kadar birçok konuda aktif rol oynamıştır.

Kısa bir süre önce uğurladığımız Edip Akbayram’ın yorumuyla ölümsüzleşen “Bekle Bizi İstanbul” şarkısı, Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” romanında kendi yazdığı şiirden bestelenen bir şarkıdır. Ne diyordu?

“Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın.”

14 MAYIS

Bu günlerin gelmesini çok beklemişti insanlık… Bugünden bakılınca pek de anlaşılmaz bir şekilde üstelik! Çünkü bugün “çocuk oyuncağı” gibi görünen şey o gün hayat memat meselesiydi.

1796 yılında bugün, önümüzdeki hafta kendisini uzun uzun yad edeceğimiz Edward Jenner, çiçek hastalığının kökünü kurutan ilk aşıyı yaptı. Düşünün ki, Dünya Sağlık Örgütü ancak bu tarihten yaklaşık 200 yıl sonra bu hastalığın tamamen yok edildiğini ilan edebilmişti. Jenner’ın bu aşısı yalnızca çiçek hastalığına karşı bir hamle değil, aynı zamanda tıp tarihinde aşılama pratiğinin başlangıcı olarak da yerleşti. Ezelinden düşünmek bile zül ama sadece 20. yüzyılda yaklaşık 500 milyon insanın ölümüne sebep olan bu hastalığı bitiren aşıyı taşıyan iğne bugün vuruldu… Ne mutlu!

15 MAYIS

İlk aşı, ilk iğne, ilk kurşun…

Her neye inanırsak inanalım, “Bugün Hasan Tahsin’in ölüm yıldönümü” desek, ayıp olur, bugün Hasan Tahsin’in ilk kurşunu!

1888 yılında Selanik’te doğan Osman Nevres, genç yaşlarından itibaren hem politika hem de gazeteciliğe ilgi duymuştur. Memleketin işgal girişimlerine maruz kalması sonucu, hâlihazırda yüksek olan milliyetçi duyguları tümüyle kabarmış ve önünü ardını hesaplamadan “kurtuluş” odaklı çeşitli örgütlere katılmıştı.

15 Mayıs 1919 günü İzmir’e ayak basan İngiliz destekli Yunan kuvvetlerinin karşısına dikilmiş ve tetiğine asılmıştı. Tabancasındaki bütün mermileri bu kalkışması esnasında boşaltmıştı. Nihayetinde ise Yunan askerlerinin karşılığı sonucu hayatını kaybetmişti.

Hasan Tahsin bu eylemiyle, Türk Kurtuluş Savaşı’nın en simge isimlerinden biri haline gelmişti.

16 MAYIS

İlk kurşundan ve en sembolik “şehitten” bir gün sonra, 9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal, sonu cumhuriyete varacak olan yolculuğuna, bir daha yüzüne pek bakmayacağı şehirden, İstanbul’dan çıkacaktı. Osmanlı İmparatorluğu’na, onun müttefiklerine ve düşmanlarına karşı girişilen bu hareket, uzun süren bir gerilla mücadelesi sonunda yeni bir ülke ve yeni bir rejime ulaşacaktı.

Mustafa Kemal’in, bu harekâta kalkışmadan önce görüşüp onayını aldığı iddia edilen ama  “Nutuk”ta yerin dibine soktuğu Osmanlı’nın son hükümdarı Vahidettin ise, 1926’da, yine bir 16 Mayıs günü İtalya’da son yolculuğuna çıkacaktı.

Bu Hafta’yı Emre Dursun hazırladı…

Benzer İçerikler

spot_img

Son İçerikler

spot_img