18.4 C
İstanbul

Bu Hafta: 14 Haziran- 20 Haziran

Yayınlanma tarihi:

Yaşananlar, yaşayanlar, iz bırakanlarla Bu Hafta

14 HAZİRAN

1952 yılında, 23 yaşında genç bir tıp öğrencisi, yakın arkadaşının doğum gününü kutlamak için uzun, upuzun bir yolculuk planlamıştı hediye için. O yolculuk, sonunda öyle bir insan yarattı ki, hepimize hediye oldu bu deneyim. Şanslı arkadaş, o günlerde otuzuncu yaşını kutlayan Alberto Granado idi, onun ve sonrasında kuşaktan kuşağa milyonların yol arkadaşı, yoldaşı ise 1928 yılının 14 Haziran günü dünyaya gelen, Ernesto Che Guevara.

Varlıklı ama sol görüşlü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ernesto, onun “Che” olmasını sağlayan bu motosikletli Güney Amerika turunda yalnızca bir coğrafi yolculuk yapmaz; aynı zamanda ideolojik ve ruhsal bir dönüşüm de yaşar. Doğduğu ülke olan Arjantin’den başlayıp Şili, Peru, Kolombiya, Venezuela, Panama ve Amerika gibi ülkelere uzanan bu yolculuk boyunca Che, köylüler, işçiler, yerliler ve özellikle cüzzam hastalarıyla tanıştıkça şahit olduğu sömürü ve eşitsizliklere karşı bilenmeye başlamış, öte yandan empati konusunda çığır atlamıştı. Bu yolculuk bir uyanıştı ve Güney Amerika’nın bir başka ülkesi Küba’ya gidişinde, Che, nasıl ve ne için uyandığını bütün dünyaya kanıtlayacaktı.

Marksizme olan ilgisi arttıkça, böylesi bir sömürü düzeninde toplumsal dönüşümün ancak silahlı devrimle mümkün olduğuna inanmaya başlamış ve 1956’da Küba’ya gizlice giderek Fidel Castro liderliğindeki 26 Temmuz Hareketi’ne katılmıştı. Burada verdiği gerilla savaşıyla Küba Devrimi’nin efsanevi liderlerinden biri olmuş ve tüm dünyada devrimci mücadeleyi ateşlemişti.

Hiçbir zaman bir “konfor alanında” yaşamamış ya da esas konforu ezilenlerle dayanışmada, onlarla omuz omuza direnişte bulmuş olan Che, Küba’da devrimin kurumlaştığı yıllarda çeşitli görevler üstlenmekle birlikte, 1965’te oradan da ayrılmış ve önce Kongo, sonra Bolivya’da gerilla savaşı örgütlemeye çalışmıştı. Zaten katli de bu son ülkede gerçekleşti. CIA destekli Bolivya ordusu tarafından yakalandı ve 9 Ekim 1967’de öldürüldü.

Yalnızca bir devrimci olarak değil, idealist bir doktor, önemli bir düşünür ve teorisyen, çok yönlü bir insan olarak eşsiz bir miras bıraktı.

Doğum gününü kutluyor ve ondan ilham alanların daha da artarak, onun hatırasını sonsuza dek yaşatacağına inanıyoruz. Nice yıllara, “Comandante” Che Guevara!

*

Belki gerçek, belki değil ama her haliyle de en çok ona yakışan bir efsane vardır. Bir gün birisi sorar: “Sen, Borges misin?” Cevap şöyle gelir: “Bazen.”

Gerçekle kurmacanın iç içe geçtiği labirentler gibi ördüğü eserlerinde, aynaları karşısına almaya sık sık cüret ederek bir sonsuzluk evreninde gezinen Jorge Luis Borges; derinliğin, arayışın, sorgulamanın ve yüzleşmenin yazarıdır. Sözü çok uzatmaz, düşünmeyi ise asla bırakmaz. “Borges ve Ben” adlı denemesinde kendi dünyasında yaptığı akıl oyununu başka birçok metninde yine yazar (kendisi) ve yazılan karakter (belki daha da kendisi) arasında defalarca yapmış ve her iki durumda da lezzetli, dikkat çekici ama hepsinden önemlisi dürüst olmayı başarmıştır. Fernando Pessoa’yı çok erken andık, Borges’i de ölüm yıldönümünde, tam da Pessoa’yı bıraktığımız yerde anıyoruz: “Onun (Borges’in) yazdığı her şey, bana ait olmasa da beni haklı çıkarıyor. Ben hayattayım, Borges kendini metinlere adamış bir gölgeden ibaret. Ama ikimizi de ayırt edemiyorum artık; hangimiz yazıyor bu sayfayı?”

15 HAZİRAN

Öğretmenim, canım benim… Memleketin en ücra köşelerinde öğretmenlik yaparak emek vermiş, mücadele etmiş ve gözlediklerini olanca yalınlığı ve çarpıcılığı ile eserlerinde de nakletmiş bir yazar doğdu bugün: Fakir Baykurt.

Lütfen, kim olduğunu ve neler yaptığını bizzat okuyunuz.

*

Çok küçükken annesiz kalmış bir kuş, diyelim bir bülbül, doğasına uygun bir yerde değil de kaldırımlarda, harabe evlerde hayatta kalma mücadelesi veriyor, sık sık soluğu kesiliyordu. Bazı “suçlara” bulaştı ve dahi “ıslah evine” bile gönderildi. Nefesi gitti bazan ama sesi kaldı. İyi ki kaldı.

Henüz 17 yaşında girdiği bir şarkı yarışmasında birinci olarak bütün dikkatleri üzerine çekti. Kulaklar, duydukları ses karşısında kendinden geçmişti. “Şarkı söylemekten daha iyi tek şey, daha çok şarkı söylemektir” demişti. Elinden geldiğince yaptı bunu.

İlki 1959 yılında olmak üzere tam 13 kez Grammy kazandı. Ama 1930’lar ve 1950’ler arasında Afro-Amerikalı insanların maruz kaldıkları sayısız ve haksız ayrımcılıktan o da nasibini aldı ve birçok yerde sahneye çıkması yasaklandı. Bu mekânlardan biri olan gece kulübü “Mocambo”nun barikatını, efsane aktris Marilyn Monroe kırdı. Bu kadının sonsuza kadar şarkı söylemesi gerektiğine önce o mekândaki, sonra ülkedeki, sonra dünyadaki herkesi ikna etti.

1996 yılında bugün hayatını kaybettiğinde, sadece Amerika’da değil tüm dünyada, “Cazın Kraliçesi” olarak anılıyordu…

Ella Fitzgerald, kesilen nefesi ve sonsuz, sınırsız sesi ile söylemeye devam ediyor. İyi ki!

*

16 HAZİRAN

İyi ki… İyi ki bugün halen aramızda olan iki insandan bahsederek devam edeceğiz ve şöyle diyeceğiz: Burada küstahlık yapılmaz!

“Ne zaman?”

 “Bazen… Ama bugün değil!”

Onu okumamış her edebiyatsever biraz eksiktir. Amerikan toplumunun karanlık yüzünü, sınıf çatışmalarını, cinsiyet meselelerini, şiddeti ve bireyin iç dünyasındaki parçalanmayı öylesine berrak ama derin bir dille anlatır ki, bunu edebiyatın hemen her sahasında yapmasıyla meşhurdur. 60’tan fazla roman yazdığı halde, yazar olmayı isteyen gençlerin önüne genelde onun kısa öyküleri konur.

1938 yılında bugün doğan Joyce Carol Oates, henüz andığımız Marilyn Monroe efsanesini kurmaca bir şekilde anlattığı “Blonde” adlı eseriyle Pulitzer ödülünün finalisti olmuştur. Birkaç kez finalist olduğu bu ödülü hiçbir zaman kazanamamış olmasının konumuzla bir ilgisi yoktur. Pulitzer ağlasın, bize ne!

*

Türkiyedeki takipçilerini engellediği gün şöyle yazmıştı:

“Bu son haftalarda çok fazla aşağılayıcı, cinsiyetçi, hatta ırkçı mesaj aldım. Hepsi de Türk erkeklerinden geliyor. Beni aşağılayan, geçmişimi yüzüme vuran, dış görünüşümü eleştiren bu yorumları kabul etmiyorum. Artık Türkiye’den gelen takipçilerimi engelliyorum. Çünkü artık kendimi korumam gerekiyor.”

Cinsiyetçi hakaretlere, fiziksel görünüme dair aşağılamalara, “ahlâk dersi” verme teşebbüslerine, geçmişinin yargılanmasına, susturma girişimlerine tokat gibi bir “HAYIR” yapıştıran Sibel Kekilli, porno meraklıları dışında, Türkiye’de pek tanınan bir isim değildi aslında. Fatih Akın’ın “Duvara Karşı” filmi ve o filmdeki muazzam performansıyla gündeme gelen Kekilli; Almanya’da kadın ve göçmen hakları konusunda her daim konuşan bir insan olmasına karşın, Türkiye’de etiketlendiği “şeylere” böyle isyan etmişti.

Kişisel geçmişin sürekli yüze vurulması, bireysel mahremiyetin yok sayılması; insanların, özellikle de kadınların “kusursuz” sayılması yönündeki toplumsal baskıya kişiliğiyle direnen aktris, kişiliğinin ve büyük oyunculuk kabiliyetinin kendisini taşıdığı zirveye, tüm dünyayı ayağa kaldıran “Game of Thrones” dizisinde rol alarak ulaştı.

Sevgili Sibel Kekilli’nin doğum gününü kutlarken o muazzam sahneyi kendisine biz hediye ediyoruz: “Yine mi güzelsin, yine mi çiçek?”

*

“Duvara Karşı” filminin o olağanüstü rakı sofrası sahnesini gerine gerine izlemiştir kesin ve o sahnede rakı içmek üzerine çok da bir ahkâm kesmemiştir muhtemelen.

Hani devenin rakı içtiği bir Bektaşi fıkrasını ve dahi içinde rakının olduğu her türlü hikâyeyi iştahla anlatır ya, bize esas mesleğini unutturacak kadar yazarlaşmış mimar Aydın Boysan’ın doğum gününü hangi şarkıyla kutlayacağımızı biz de şaşırırız tabii. Hepi börtdey diyelim madem.

*

Boysan’dan 9 yıl sonra, aynı gün doğmuş ama… İllâ rakı içecek değiliz ya!

Demişti ki: “Kızlar, gecenin yarısında çığlık çığlığa şarkı söylenir mi? Susun bakiym! Babanız gönderdi, ‘artık zıbarıp yatsınlar’ diyor. Aaaaa, içki de içiyorlar! Nane likörü… Bayılırım!”

Türk Sinemasının zirvelerinden biri, Adile Naşit doğdu bugün. Tam 95 yıl evvel. Babası ünlü komedyen Komik-i Şehir Naşit’tir. Annesi de Ermeni bir tiyatrocuydu Naşit’in.

Adile Naşit, hepimizin annesi olmayı nasıl başarmıştır?

Onun büyük içtenliği ve kabiliyeti önünde saygıyla eğiliyor ve yarattıklarıyla sonsuza kadar yaşamasını diliyoruz. Biz diliyoruz. Biz: “Kuzucukların.” İyi ki doğdun güzel kadın.

18 HAZİRAN

Çok kısa bir süre evvel uğurladığımız İlhan Şeşen’in doğum günü bugün.

Yalnızca müzisyen olarak değil, aktör olarak da hayli iş görmüş olan Şeşen, ürettikleriyle yaşamaya devam ediyor. Bize de doğum gününü kutlamak düşüyor elbette. Nice yıllara!

*

Sosyalist edebiyatla ilişkili herkesin okuduğu ilk “klasiklerden” biri “Ana”dır. Devrimci bir işçinin annesinin bilinçlenmesini ve mücadelesini konu alan bu eser Sovyet edebiyatı için bir simge olmuştur ama daha sonra aldığı tavır nedeniyle Sovyet yönetimi tarafından dahi dışlanmıştır. Öyle ki, Stalin’in emriyle zehirlendiği dahi iddia edilmiştir.

Maksim Gorki, 1936 yılında bugün hayata veda etmiştir.

19 HAZİRAN

Tanrı adına konuşan, O’nun ayetlerini aktaran ne çok oldu. Gün geldi biri, “Şeytan Ayetleri”ni yazdı. Hakkında ölüm fermanı çıkarıldı. Sürgün edildi, linç edildi ama geri adım atmadı.

Salman Rüşdi, 1947 yılında bugün dünyaya adım attı. Hâlâ aramızda ve her an bir “sorun” daha çıkarabilir.

20 HAZİRAN

Etiyle kemiğiyle bu mücadeleye can vermiş insanlardan biriydi. 1907 yılında Uluslararası Kadınlar Konferansı’nı düzenledi ve 8 Mart’ın “Kadınlar Günü” olarak kutlanmasını önerdi.

Feminizmin “analarından” biri olmasına rağmen, sosyalist ideolojiden hiçbir zaman vazgeçmedi. Marksist gelenekten geliyordu ama kadın mücadelesini sınıf savaşından asla ayırmayan bir anlayışa sahipti. Onun için feminizm, burjuva kadın hareketlerinden farklı olarak, işçi sınıfı kadınlarının kurtuluş mücadelesiydi.

1933 yılında bugün uğurladık Clara Zetkin’i.

 Bu Hafta‘yı Emre Dursun hazırladı…

Benzer İçerikler

spot_img

Son İçerikler

spot_img