12 Nisan’dan 18 Nisan’a bu hafta yaşayanlar, yaşananlar, iz bırakanlar…
19 NİSAN
Bir ülkede yargı siyasallaşmaya başladığında, hukukun “adalet” mefhumuyla hiçbir bağlantısı kalmadığında yaşanabileceklerin boyutunu artık çok daha iyi biliyoruz. Öyle mi? Hiç az şey deneyimlemedik elbet ve bu anlamdaki tecrübelerimiz her geçen gün katlanarak artıyor ama buna dur, sağlam ve örgütlü bir şekilde dur denmediğinde bugünleri bile arayabiliriz…
1889 yılında birer gün arayla iki azılı Nazi doğdu. Onlardan ilki, Otto Georg Thierack bugün, Saksonya’da dünyaya geldi. Bir ölüm, savaş ve katliam iştahlısı olarak henüz 25 yaşındayken okulu bırakıp Birinci Dünya Savaşı’na gönüllü katıldı. Savaş sonrasında “eğitime” geri döndü ve “hukuk” öğrenimi gördü. Çeşitli mahkemelerde, adalet arayışındaki insanlar hakkında karar veren bir hâkim olarak çalıştı. Daha sonra Nazi Partisi’ne (NSDAP) girmesiyle birlikte vereceği kararlar ise tarihin en büyük soykırımlarından birini yarattı. 1942 yılında, aynı yıl (1889) ve kendisinden bir gün sonra doğan Adolf Hitler tarafından Adalet Bakanı olarak atandı. Nazi rejiminin, hukuk sistemini ideolojik bir araç haline getirmesinde en kilit rolü oynadı. “Yargı bağımsızlığı” diye bir şey kalmadı, dahası insanları hapse değil doğrudan toplama kamplarına gönderen kararların altına tereddütsüz imza attı. Nazilerin “ikinci sınıf” olarak gördüğü toplulukların ilk ya da ikinci “suçlarında” direkt olarak öldürülmelerini destekledi. Yargı erkinin kontrolünde bulunması gereken bazı yetkileri SS birliklerine devredip, Holokost’un baş mimarlarından biri olan Reinhard Heydrich ile çalışarak “yargısız infazı” bir sistem haline getirdi. İki büyük savaşa da aynı iştahla katılan Thierack, Nazilerin hayatta kalmış liderleriyle birlikte yakalandı, Nürnberg Mahkemesi’nde yargılanmayı beklerken 1946’da intihar etti.
Hukuk, prensip, adalet, vicdan nedir? İntikam arzusu ne zaman, inadına iletişim kurma çabası ve barış mücadelesi ne zaman galebe çalar? Hangisi, hangi şartlarda meşrudur?
*
Nemesis… Yunan mitolojisinde intikam, denge ve adalet tanrıçasıdır. Elinde hem terazi, hem kılıç hem de kırbaç tutar. İsmi, “hak ettiğini verme” anlamına gelir ve misyonu da budur ama “paylaştırma” da onun haslet ve arzularından biridir. Bu anlamda, hak edilenden azına ya da çoğuna sıcak bakmaz. Hatta öyle ki, özellikle fazlası söz konusu ise, hak edilmiş olsa dahi bunun dengeyi bozan bir unsur olduğuna inanır. Kendi yansımasına aşık ettiği Narkissos, gölette izlediği suretine bakarken can verir.
Nemesis… Aynı zamanda bir operasyonun adı! 1983 yılında bugün hayatını kaybeden Şahan Natali’nin (Hagop Der Hagopyan), Karekin Pastırmacıyan ile birlikte yürüttüğü bu operasyon, tanrıça Nemesis’in “intikam” damarına tutundu. 1920-1922 yılları arasında, “soykırım faili” olarak gördükleri İttihat ve Terakki’nin yönetici kadrolarından ve onların işbirlikçilerinden onlarca kişiyi öldürmüş ya da yaralamışlardı.
Natali, kuvvetle muhtemel Elazığ’da, Hüseynik’te doğdu. (Ancak bazı kaynaklarda Bitlis ve dahi Lübnan ya da Suriye doğumlu olduğu yönünde de bilgiler yer alıyor. Her durumda Osmanlı topraklarında dünyaya gelmişti.) O Osmanlı’nın, 1915 yılında giriştiği katliamla ilgili adı daha evvel geçen ve yine geçecek olan Adolf Hitler, 1939 yılında karşısına aldığı generallerine şöyle demişti: “Wer redet heute noch von der Vernichtung der Armenier?” Yani, “Bugün kim, Ermenilerin yok edildiğini hatırlıyor?” Bu çıkış Holokost için bir ilham olmuştu.
Ailesinin neredeyse tamamını Ermeni Soykırımı esnasında kaybeden Şahan Natali, bir yazar olmakla birlikte siyasete de çok erken yaşlarında girmiş ve Ermeni Devrimci Federasyonu’nda (Taşnaksutyun) örgütlenmişti. Ancak buradan, partinin Türkiye ile ilişkiler geliştirme çabalarını sert bir biçimde eleştirerek ayrılmış ve daha keskin bir noktada yer almıştı. Bundan sonra, Ermeni milliyetçilerini ve diaspora içerisindeki radikalleri etkilemeye başladı. Ancak Natali, 1975’te kurulan ASALA’nın da “esin kaynakları” arasında yer aldı. Siyasi bir figür olarak tartışmalı olmakla beraber, 1915’te başlayan “Medz Yeghern” sırasında kendisinin ve ailesinin, Ermeni toplumunun birçoğu gibi büyük acılar yaşadığı bir gerçekti. Örneğin bizzat onun seçtiği Sogomon Tehliryan, Talat Paşa suikastından dolayı yargılandığı davada son sözleri sorulduğunda, Ermeni Soykırımı’nı kast ederek, “Ben bir insan öldürdüm ama katil değilim,” diyecekti.
20 NİSAN
22 Ağustos 1939’da, Berghof’taki dağ evinde, Ermeniler’e yapılanların cezasız kaldığını ve hatta çoktan unutulduğunu söylerken, hâlâ unutulmamış büyük bir katliama hazırlanıyor ve bu süreçte yaşanacak vahşetin pek de önemi olmadığına evvela generallerini ikna etmeye çalışıyordu. Yahudi Soykırımı’nın (Holokost) ve mimarı olması sebebiyle İkinci Dünya Savaşı’nda hayatını kaybeden milyonlarca insanın faili Adolf Hitler, 20 Nisan 1889’da doğdu.
Otuz yaşında Alman İşçi Partisi’nin kapısından girerken, çok geçmeden oranın Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ne dönüşeceği de, bu değişikliğin yalnızca isimde kalmayıp partinin daha da faşist bir çizgiye çekileceği de belliydi. Hitler çok geçmeden parti içinde boy göstermeye ve desteklenmeye başlandı. Daha ilk günden altını da üstünü de çizmişti: “İntikam istiyoruz!” Ama neyin “intikamı”?
O, kendi belirlediği standartlara uymayan her canlının bir ihanet, dahası bir hata olduğunu savunuyordu. Kendi üst ırklarına bu hainliği ve yanlışı yapanların yok edilmesi, gelecek nesillerin de öjeni ile kontrol altına alınmasını en temel politika haline getiriyordu. Peki Hitler, bütün bunları tek başına mı yapıyordu? Bir yere kadar hayır. Çünkü her ne kadar siyasi kariyeri boyunca % 50 üzerinde oy alamadıysa da, girdiği seçimlerin bir tanesi dışında asla %30’un altına düşmedi. 5 Mart 1933’te tam %43.9’la seçildi, bundan sadece üç hafta sonra mecliste %70 ile kabul edilen yasa ise tarihe şu isimle geçti: “Ermächtigungsgesetz”. Yani, “Yetki Yasası”. Bu yasayla Hitler, parlamento onayı olmadan yasa çıkarma yetkisi aldı. Yargı zili ilk derste çalmıştı, yasama ve yürütmeninki de şimdi çalıyor, duyuyor musunuz?
Siyasi kaos, ekonomik kriz, sokak şiddeti, propaganda ve darbeyi kullanarak ama uzun bir süre halk desteğiyle yürümüştü iktidara Hitler. 1923’teki “Birahane Darbesi” başarısız olunca hapsedildi, içeride “teori” çalışma fırsatı buldu ve “Mein Kampf” adlı paçavrayı yazdı: Antisemitizm, ari ırk ve yaşam alanı politikalarını detaylandırdığı bu kitap, yetkiyi elinde tam olarak toplamasıyla birlikte bir ülkenin “hukuk sistemine” dönüştü. Nürnberg Yasaları’nda Yahudiler gibi Romanlar, engelliler, eşcinseller ve daha birçok farklı kesim istenmeyen gruplar olarak mimleniyor, herhangi bir suç yahut kabahat işlemeleri gerekmeksizin, yalnızca bu özellikleri cezalandırılmalarına hatta katledilmelerine artık “resmen” yetiyordu.
Hitler, tıpkı Thierack gibi bastıramadığı savaş iştahını daha fazla dizginleyemedi ve 1939’da Polonya’ya saldırarak İkinci Dünya Savaşı’nın fitilini ateşledi. 1945’e kadar süren savaşta 70 ila 85 milyon insan hayatını kaybetti. Sovyetler Birliği, askeri personel olarak en fazla kayıp veren ülkeydi: 8,7 milyon. Sivil kayıplarda ise, Holokost’ta öldürülen 6 milyon Yahudi başı çekiyordu. 60 milyona kadar çıkarılabilecek sayıda insan yaralandı, bir o kadar insan yerinden edildi. Milyonlarcası “kayıp” kabul edildi, ekonomik ve psikolojik yıkım yaşayan daha büyük bir insan kalabalığı ise uzun yıllar boyu bu dehşetle yaşadı.
Doğmaz olasıca Hitler, bugün bu yüzden sadece siyasi, askeri, tarihi ya da ideoloji açısından tartışılan bir figür değil. Hem onun hem de onun iğdiş ettiği kişilerin mesaisiyle daha ziyade psikoloji bilimi ilgileniyor. Hâlâ! 20 Nisan’da doğmuş insanların tamamına yakını, sırf o doğmasın diye bugünün tarihten silinmesine bile sıcak bakıyor olabilir.
“Beterleri gelmesin,” demeyeceğiz, beterlerine geçit vermemek için mücadele edeceğiz!
21 NİSAN
Çok konuştun ölüm, sus biraz!
Biz bu sözü kendimize ve okurlarımıza, Leyla Halid ile vermiştik. Aynı dünyanın insanı olsa da ilk kez bu topraklardan biriyle yeniden tutacak ve yükselteceğiz sözümüzü: Hepsi bir biçimde yaşıyor elbet ama hâlâ fiziken de hayatta olanları ağırlama hatta kutsama sözümüzü!

Bugün sadece onun değil, hepimizin doğum günü sayılır. Bugün, edebiyatımızın, edebiyatın doğum günü. İsminin ilk görüldüğü kitabın adı, “Mahmud ile Yezida”ydı. İmza: Murathan Mungan. Sahneye çıkan ilk eseri ise, “Bir Garip Orhan Veli” olmuştu. Mungan, Veli’den gün hesabıyla tam bir hafta sonra doğmuştu. Aynı yılda değil, aynı burçta değil ama aynı ayda: Nisan’da.
Murathan Mungan, DTCF’de tiyatro okudu ve edebiyat dünyasında önce oyunlarıyla yer buldu. Bu belki de onun için bir meydan okumaydı. Kendisi hâlâ burada, en doğrusunu söyleyecektir fakat şiir, öykü, roman, deneme, hatıra; şiirden bağımsız olarak şarkı sözü ve bir editörden epeyce farkı olarak derleme olmak üzere edebiyatın birçok alanında hep çok kült, zirve ve çarpıcı eserler verdi. Yaratıcılığının mahareti üretkenliğine de sıçradıkça boy verdi, pek sık başvurulan o “boyunu aşan kitap” konusunda tek sorunu, boyunun fazla uzun olmasıydı. Ama bugün, Mungan’ın imzası ile kitaplığımıza ama daha da önemlisi hayatımıza girmiş kitapların, onu fersah fersah geçtiğini memnuniyetle görüyoruz.
Odalardan odalara geçerken mitolojiyi, masalları, halk hikâyelerini, onun deyimiyle “hikayâtı” öyle bir dahil etti ki ömrümüze, biz “Yalnız Bir Opera”da melankolimizi ne zaman söndürüp de “Yüksek Topuklar”da Tuğde kovalamaya başladık; “Kadından Kentler”den kendimizi az buçuk ayıklamaya çalışırken “Şairin Romanı”nda nasıl bir dünyaya (tuzağa) düştük, hiç anlayamadık. Anladığımız ve hem dilimizde hem de dimağımızda tat bırakan tek şey Murathan Mungan’ın büyüleyiciydi diliydi.
Ne demek “diliydi”? Dili…
Bugün doğdu Murathan Mungan. 21 Nisan ve bugün. Yaşını bilmiyoruz çünkü yaşı yok. Kıymetini hep bileceğiz ama kıymeti, bildiğimizden de çok. Kaleminin gölgesi ömrümüzden eksik olmasın. Ne olur en az bu kadar daha yaşasın. En az!
22 NİSAN
“Onlar yürüyorlar Kışlık Saray’a…” diye yazmıştı Nâzım… Onlar, en çok Lenin’le başladılar yürümeye ve Vladimir İlyiç Ulyanov da bugün attı ilk adımını bu gezegene…
Marksist teoriyi uygulamaya geçiren ilk liderdi ve modern komünist hareketin öncülerinden biri olarak tarihe geçti.
Abisi, Çar’a suikast düzenlediği için idam edildi. Yani abisi “intikam” demişti, peki Lenin? Acaba o da başka türlü bir intikam almış olabilir miydi?
O, büyük kardeşinin bu eyleminden müthiş ölçüde etkilendiyse de önce teoriye eğildi. Neyse ki bu “teori”, Adolf’un hastalıklı fikirleriyle beslediğine pek benzemiyordu. Ama “Lenin” de, çok erken yaşlarda girdiği devrimci faaliyetler nedeniyle çabucak tutuklandı ve sürgün edildi. Henüz 20. yüzyıl başlamadan bütün işçiler için savunduğu şeyler arasında, bugün hâlâ kör topal mücadele etmeye çalıştığımız meramlar vardı: Uzun çalışma saatlerinin düşürülmesi, ücretlerin yükseltilmesi, ağır ve güvenliksiz çalışma koşullarının iyileştirilmesi.
Lenin de tutsaklığı teori ama biraz gelecek üzerine çalışarak geçirdi ve o da örgütlendiği partiye girdiğinde çok geçmeden olacaklar aşağı yukarı şekillenmişti. Yoğun tartışmalar ve hatta çatışmalar sonrası Bolşevikler’in lideri haline geldi. Hiç beklemedi ve hemen harekete geçti ancak bu ilk hamle, Lenin’in şahsi görüşüne göre “partinin işçi sınıfını layıkıyla yönlendirememesi sebebiyle” akamete uğradı.
Denemekten ve direnmekten vazgeçmedi. Yoldaşlarının gözünde her geçen gün daha da önemli bir lider haline geldi. Şubat 1917’de kadınların başlattığı eylemler, bütün işçilerin katılımıyla bir devrim dalgası yarattı. Monarşi devrildi ve Çar tahtını terk etti. Bu dalga, aynı yılın 7 Kasım günü “Ekim Devrimi” ile şahlandı. Kışlık Saray düştü. Sovyetler, iktidarı ele geçirmişti.
Lenin önderliğinde kurulan bu deneyim, uzun yıllar boyunca insanların eşit şartlar altında yaşamasını öngören bir yaşam ve düzen vaat ediyordu. Hiçbir şey yapmadılarsa, ilham vermiş olmalılar… Vermediler mi?
*
Devrim nedir? İsyan nerede başlar? Hangi başkaldırı daha kutsaldır? Bunları mı konuşalım? Olur!
Bir yel değirmenine saldırmak keser mi sizi? Peki bunu yaparken bir de “sanat” kursanız? Yeter mi?
Miguel de Cervantes tam da bunu yaptı. “Don Quijote” adlı romanıyla sadece İspanyol edebiyatının değil, modern roman türünün kurucusu olarak selamlandı.
Onun savaş iştahı da pek az sayılmazdı. 1571’de İnebahtı Deniz Savaşı’na katıldı ve sol kolundan sakatlandı. Hatta bu olaya özgü bir kalabı bile vardır: “El manco de Lepanto”. Yani, “İnebahtı’nın çolak adamı.” Bu alaycılık son olsaydı keşke ama olmadı: Cervantes, Osmanlı korsanları tarafından 1575’te esir alındı ve tam beş yıl boyunca Cezayir’de köle olarak çalıştırıldı. Neyse ki, onu kurtarmak için fidye ödeyen bir ailesi vardı da savaştan döndükten sonra da yaşadığı onca sefalete rağmen, mürekkebine karışmış müthiş ironi ile asıl sanatını icra etmeye başladı.
“Don Quijote”, hayal dünyasına kapılmış bir şövalye ile onun gerçekçi yoldaşı Sancho Panza’nın hikâyesini anlatıyordu. Bugünün okurlarına olduğundan da fazla hayalci gelebilir ama, Cervantes’in yaşadığı çağı pek atlayacağına da ikna olamıyoruz. Hem, hayal ile geçrek arasında kıvrandığımız trajedi hâlâ devam etmiyor mu?
Cervantes, 409 yıl evvel bugün ölmüş…
23 NİSAN
Dile kolay tabii: 409 yıl önce bugün ölmüş! Dün ve bugün…
Bugün, roman sanatının kurucusundan bir gün sonra ama aynı yıl, edebiyatın bir başka devi, tiyatronun vazgeçilmezi William Shakespeare veda etmişti dünyaya. (Aynı gün yani 23 Nisan’da doğduğu ve 23 Nisan’da öldüğü de söylenmektedir. Bu da bir şey mi, Shakespeare’in hiç yaşamadığı bile epey dillendirilir.)
Peki kim yazdı bütün bunları? Cervantes’in İspanyolca’da ama çok daha dar bir alanda yaptığını Shakespeare, İngilizce’de ve uzun uzun yapmıştı. En baştan beri konuştuğumuz intikam mefhumu “Hamlet”te, iktidar hırsı “Macbeth”te, kıskançlık ve ırkçılık “Othello”da, akıl sağlığı “Kral Lear”da derinlemesine ele alınmıştı. Bu trajedilerin yanı sıra “Biz Yaz Gecesi Rüyası”, “Venedik Taciri”, “On İkinci Gece” gibi komediler de kaleme almıştı. Yalnızca İngiliz şiirini ve dilini değil, İngilizce’yi de geliştiren Shakespeare 154 tane de sonnet yazmıştı.
İnsan ruhunu derinlemesine irdeleyen yanıyla o da bugün edebiyat kadar psikoloji disiplini tarafından da boş bırakılmıyor.
1616 yılında yaşayıp, önce Cervantes ertesi gün ise Shakespeare’in ölüm haberini almadık diye sevinecek hale geldik mi acaba?
*
Evet, bugün 23 Nisan.
Mustafa Kemal’in İstanbul’dan ayrıldığı tarih olan 16 Mayıs’tan yaklaşık bir ay sonra yayınlanan ve “ulusal egemenlikten” ilk kez söz edilen Amasya Genelgesi’nde şöyle bir ifade yer alır: “Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”
Bu çıkışın ardından bir yıl bile geçmez ve 23 Nisan 1920’de, Ankara’da, Türkiye Büyük Millet Meclisi açılır. Bu aslında, resmi otorite tarafından hâlâ tanınmayan bir gerilla hareketi tarafından kurulan yeni bir rejimden başka bir şey değildir. Ancak, oldukça büyük bir şey söylemektedir: “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir.” Eyvallah!
Mustafa Kemal önderliğinde, 29 Ekim 1923’te cumhuriyet rejimi ile taçlanan bu meclis, 1927 yılında açıldığı bugünü çocuklara armağan eder. UNESCO, 1979 yılını “Çocuk Yılı” olarak ilan edince, 1935 yılından itibaren “Hakimiyet-i Milliye Bayramı” olarak anılan tarih, “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak tescillenir.
Bugün, 23 Nisan… Cumhuriyet’in “çocuk bayramı”. Aslında ne büyük cömertlik değil mi, koca bir imparatorluğa karşı kazanılmış en büyük zaferlerden, bir halk iradesini gösteren günlerden birini çocuklara, o ülkenin geleceği olanlara armağan etmek… Cömertlik bir yana ne büyük bir adım ne büyük bir mesaj, değil mi? Öyle mi?
Birlikte bakalım mı, o cumhuriyet tarihi boyunca gadredilmiş, katledilmiş çocukların istatistiklerine? Bırakın 23 Nisan 1920’den bugüne kadar olan kısmı, 2025’in Nisan ayının başından bugüne kaç çocuğu iş cinayetlerine, istismara, yoksulluğa ve daha birçok zulme kurban verdiğimize bakalım mı? Cesaretiniz var mı?
Bugün, 23 Nisan… Çocukların bugünle bir ilgisi yok ne yazık ki. Çocukların her günle, çocukların hayatla ilgisi olsunlar diye daha çok direnelim mi?
23,5 NİSAN
Bu hafta yedi değil, sekiz gün… Çünkü, hayatı boyunca intikamı değil iletişimi seçmiş biri var. İntikamı seçenlere her türden örnek verdik, değil mi? Kimine hak verdik, kimine lanet ettik. Peki, Şahan Natali ve Sogomon Tehliryan için çoğunlukla ne dendiğini biliyor musunuz? “Hain”, “terörist”, olabilir mi? Peki, dilini, demini, ömrünü barışa yatırmış biri vardı, kimseye de kurşun sıkmadı, son anına kadar konuşmaktan yanaydı. Öldürüldü.
Bu haftanın artık günü için şöyle yazmıştı: 23,5 Nisan – Hrant Dink Vakfı
24 NİSAN
“Bazı yaralar zamanla iyileşmez” ve o günlerde iletişim de intikam da başka bir şey de yaraya değmez.
24 Nisan 1915 günü, İstanbul’daki Ermeni topluluğuna mensup iki binden fazla kişi tutuklandı. Bu, çok ansiklopedik bir bilgi ama giden veri geri dönmeyen insanların tamamı, bu coğrafyanın fikir iklimine en fazla fayda sağlayan insanlardı. Öyle olmasa ne yazardı?
Aslında yıllardır sürmekte olan Ermeni Kırımı, savaş şartları bahane edilerek bir meşruiyet zeminine oturtulmaya çalışılıyordu Osmanlı topraklarında. 24 Nisan’da daha pervasız bir şekilde girişilen bu zulmün, bir ayı bulmadan çıkarılacak “Tehcir Kanunu” ve sonrasında uygulanacak yöntemlerle sistemli bir soykırıma dönüşmesinin yolu açılıyordu.
1915-1923 yılları arasında 1 ila 1.5 milyon Ermeni’nin ölümüne sebep olan “Medz Yeghern” (Büyük Felâket), kalanlar açısından daha büyük bir travma olmayı sürdürüyor. Şimdi biz birbirimizi öldürmeyi mi seçeceğiz, yoksa birbirimizle konuşmayı mı? Barışmayı mı, savaşmayı mı?
Bugün de 24 Nisan. Ermeniler için Medz Yeghern, Büyük Felaket, dünyanın bazı ülkelerinde de resmi olarak “Soykırımı Anma Günü”.
Anlayacak mıyız, saldıracak mıyız?
25 NİSAN
Çanakkale’ye karadan bugün saldırmışlardı.
Seddülbahir ve Arıburnu’ndaki çatışmalar ile Çanakkale Kara Savaşları da bugün başladı.
Bugün, “Anzak Günü” . Anzaklar tam da bugün kaybettikleri yakınlarını anmak için Çanakkale’ye gelerek bir şafak ayini düzenliyor.
“Çanakkale Kahramanı” olarak anılan Mustafa Kemal’in, Anzaklar için söylediği sözler hâlâ hafızalarda duruyor:
“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar. Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sessizlik içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçikle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar: Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Ne oldu şimdi? Savaştık mı, barıştık mı?
Bu ülkede barış olması için bütün gücü ve samimiyetiyle mücadele eden Sırrı Süreyya Önder’i acilen yanımıza bekliyoruz. Daha konuşacak, mücadele edecek çok şey var ve bunları birlikte yapacağız. Ama onun yaptıklarını ve yapabileceklerini biz yapamayız.
Ha gayret Sırrı!
Bu Hafta’yı Emre Dursun hazırladı…