Yaşayanlar, yaşanlar ve iz bırakanlarla Bu Hafta…
19 TEMMUZ
Kendisi başlı başına bir hayranlık kıblesi olanın bir başkasına hayranlığına bakmak gerekir arada… Kendini orada mı bulmuştur, içini orada mı doldurmuştur? Jules Verne’e bunca tutunup da neden bir hikâye ya da roman yazarı değil de şair olmuştur? Belki tam da bu yüzdendir.
Bolşevik Devrimi’ne gönülden bağlandı ve şöyle seslendi:
“Yoldaşlar, sizleri uyandırıyorum
yeni bir dünya için rüyalarınızı bırakın!”
Rüyalarımızı bıraktık, doğum gününü kutladık: İyi ki doğdun, Vladimir Mayakovsky.
*
Sinematografik açıdan bir dünya şey söylenebilir, iyi bir film midir, değil midir, sonsuza dek konuşulabilir… Ama söylediği bazı şeyler vardır ki, onlara itiraz edenler arasından net bir şekilde tayin edebiliriz duruşumuzu… V for Vendetta’nın unutulmaz repliğini hatırlayın: “Bu gece size en ciddi yeminimi ediyorum: Adalet hızlı olacak, dürüst olacak ve… merhametsiz, merhametsiz olacak!”
Gerçek bir adaletin tesis edilemediği yerlerde, ne yazık ki toplumu derinden sarsan, tartışmalı, acı verici olaylar yaşanır bazen… 12 Mart’ın başlıca faillerinden biri olan Nihat Erim, 19 Temmuz 1980’de öldürülmüştü. Adaletin siyasal infazlar yoluyla değil hukuk yoluyla tecelli etmesi bu güzel ülkenin dün de, bugün de en büyük düşü… Bir gün mutlaka…
*
Yazın yolculuğunun başından itibaren kaleminin ucunu her daim sivrilten Leylâ Erbil, son eserlerinde iyiden iyiye bir şiir mızrağına çevirir onu. 1950 kuşağının en dikkat çekici yazarlarından biri olarak sadece çağına değil, sonrasına da güçlü bir imza atar. Kasaba dedikodusu yapacak değiliz ama Ahmed Arif, onda asla bir tek şeye değil, tükenmez insanlığa ve yeteneğe aşık olmuştur kuşkusuz. Tam da 2013 yılında, pek taze Gezi Direnişi’ne de kaleminin ucunu değdirmiş ve iktidarların zalimliğini son nefesine kadar ifşa etmiş olan Erbil’i, aynı yılın 19 Temmuz günü kaybettik. Bir kere okunduğunda, ömrünüzün sonuna kadar sizi diliyle tekrar tekrar çağıracak büyük yazarlardan biridir. İyi ki geldin Leylâ…
20 TEMMUZ
Çok uzun ve meşakkatli bir yoldu bu: Kendini aramak. Bütün gün kendinin etrafında tavaf edip, kendine tapınmakla helâk olup da kendine dair en ufak bir bilgiye dahi çarpmayan canlıların çıkmakta zorlanacağı bir yolculuk elbet. “Düşünmek, kendinden başka bir şeyle meşgul olmaktır” çünkü.
Şiire damga vurmuş olmasına rağmen matematik, fizyoloji, psikoloji, epistemoloji, sanat felsefesi gibi birçok disiplinde mesai harcayan Paul Valéry de şiiri mızrak gibi kullananlardan biriydi. Önce meslektaşlarını, sonra tüm edebiyatseverleri kendine bağladı. Hayranlıkla anıyoruz.
“Kendi kendimden nefret, kendi kendime sevgi?
Gizli dişi o kadar benliğime yakın ki
Ona nasıl bir isim vereyim, şaşıyorum.
İstiyor, dokunuyor, görüp geliyor dile,
Tenimden hoşlanıyor, ta yatağımda bile,
Ben bu canlıya ait olmakla yaşıyorum.”
(“Deniz Mezarlığı”, Çev: Sabri Esat Siyavuşgil)
*
“Gidenler nerde kaldılar, özledim gülüşlerini / bir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sanki” demişti Ahmet Telli, onlardan çok önce ama sanki en çok da onlar için.
20 Temmuz 2015’te, “bir kenti” yeniden ayağa kaldırmak, oradaki insanların yaralarını sarmak için Kobani’ye yardım götürmeyi amaçlayan gençler, alçakça bir intihar saldırısıyla katledildi: Suruç Saldırısı. Failleri gizli, failleri belli! Unutmadık!
21 TEMMUZ
Taaa milattan önce 356’da bugün, insanlık tarihinin öncü hödüklerinden biri olan Herostratus, Efes’teki Artemis Tapınağı’nı yakmıştı. İsmi hem tarihte, hem de edebiyatta ve dahi sinemada o günden beri lanetle anılan bu dengesiz kundakçı, ola ola, dikkat çekmek için her şeyi yapabilen; linç, nefret ve şiddeti empoze eden ve “tarihe geçmek” için suç işleyen insanlar için kullanılan “Herostratus Sendromu”nun mimarı olmuştu. Tarihe öyle bir geçti ki, ismi bir daha hiçbir çocuğa verilmedi! Yattığı yerde tepinesice!
*
Kendiyle epey cebelleşmiş insanlardan biri de, erkeklikle biraz fazla kafayı bozmuş; onur, mertlik ve cesaret temaları etrafında dolanıp durmuş, ancak birçoklarına göre de şahsi kırılganlığı sebebiyle bu maskülenliğin arkasına gizlenmiş biriydi: Ernest Hemingway. Woody Allen’ın “Midnight in Paris” filminde çok hoş bir şekilde resmedilen ve o sert, düellocu ama kırılgan kişiliğinin de altı çizilen Hemingway, Birinci Dünya Savaşı sırasında İtalya cephesinde ambulans şoförlüğü yapmış bir gazeteciydi aslında. İspanya İç Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı esnasında da savaş muhabirliği yapmıştı.
Yazarlıktaki disiplini, en az hayattaki kadar sağlamdı ve en duru ama net anlatıma ulaşmak için elinden geleni yapmıştı. Geçen hafta gönderme yaptığımız “Çehov’un Silahı” ilkesini sert bir şekilde eleştirmekle birlikte, belli bir çerçevede kendi yaptığı şey de buna çok yakındı. Evet, o, başta anlattığı bir silahı daha sonra patlatmayabilirdi belki ama o silahı en kısa ve çarpıcı şekilde resmederdi. Dilinde fazlalıklara yer yoktu ve en büyük gücünü de bundan alıyordu.
Yalnızlığı hem seviyor ve tercih ediyor, hem de ondan ölesiye korkuyordu. Kendini hem seviyor ve beğeniyor hem de kendine tahammül edemiyordu. Yarattığı birçok eserin yanında bir de “Silahlara Veda” gibi bir başyapıta imza atmıştı ama kendisi bunu başaramadı. Babası gibi Hemingway de intiharı seçmiş ve bir av tüfeğiyle kendisini vurmuştu. Bugün doğum günü ve kendiyle çelişmenin, kendiyle didişmenin, kendiyle savaşmanın, kazanıp kaybetmenin, korkup cesaret etmenin bir timsali olduğu kadar, olağanüstü yazarlık becerisiyle bugün de yaşıyor hâlâ…
22 TEMMUZ
Neredeyse doğuştan bir işçi olarak, emekçi hakları konusunda çok erken bir bilince ulaşan ve bu konuda sadece düşünmekle kalmayıp eyleme geçen, işçilerin örgütlenmesi için ömrü boyunca mücadele eden Kemal Türkler, 22 Temmuz 1980 günü faşistler tarafından katledilmişti.
Emekçiden ziyade sermaye ve iktidar ile kol kola giren sarı sendikalara karşı Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kurulmasında öncülük eden Türkler, aynı zamanda bu sendikanın ilk genel başkanı olmuştu. “Sendikacılık, işçilerin yaşamını değiştirme mücadelesidir,” diyen ve bu yolda canı pahasına mücadeleden hiç vazgeçmeyen Kemal Türkler’i saygıyla anarken, bugünün sendikacılarına da onun tozundan bir zerre olsun bulaşmasını diliyoruz!
*
Tıpkı Leylâ Erbil gibi 1950 kuşağının etkili yazarlarından biri olan Ferit Edgü’yü, geçtiğimiz yıl bugün kaybettik…
Özellikle kısa hem de çok kısa (!) öykünün en önemli temsilcilerinden biri olan Edgü, insanın varoluşsal yalnızlığı temasından ayrılmamış, anlatısını en minimalist şekilde kurmaya yönelmiş bir yazardır. Hemen her eserinde özgün anlatısının sınırlarını zorlamış ve her seferinde en berrak olana ulaşmaya çabalamıştır.
23 TEMMUZ
Sadece edebiyatımızın değil, düşünce dünyamızın da en önemli isimlerinden biri olan feminist gazeteci-yazar Suat Derviş, 23 Temmuz 1972’de ayrılmıştı aramızdan.
Aynı zamanda Türkiye’nin ilk kadın savaş muhabirlerinden biri olan Derviş, 1940’lı yıllarda siyasi faaliyetleri sebebiyle tutuklanmış, daha sonra da uzun süre yasaklara maruz bırakılmıştı. Kendi adıyla yazması ve kitap yayınlanmasına izin verilmeyince takma isimlerle yazarak geçinmek zorunda kaldıysa da, hiçbir otoriteyle uzlaşmamıştır. Kadını, o güne kadar Türk edebiyatında hep içine sıkıştırıldığı “fedakâr eş”, “cefakâr ana”, “aşık sevgili” kalıplarından çıkarıp sorgulayan, düşünen ve daha da ötesi direnen karakterler olarak anlatmıştır. Feminist ve toplumcu edebiyatın öncülerinden kabul edilen bu büyük yazarı ölüm yıldönümünde saygı ve minnetle anıyoruz.
*
… ve bu dünyadan bir Amy Winehouse geçti ki, o güçlü sesi hâlâ kulaklarımızda!
24 TEMMUZ
Ona “bir bahar akşamı” rastlayan Selahattin Pınar şöyle demişti: “Sevinçli bir telaş içindeydiniz.” Kuşkusuz, telaşlı vakti çoktu ve fakat sevinçlisi pek az. Onun için şöyle diyorlar: “Türk tiyatrosunun ilk Müslüman kadın oyuncusu.”
En az Suat Derviş kadar kadın hakları, özgürlük ve toplumsal baskılara karşı direnişin sembollerinden biri olan Afife Jale, bu cüretinin bedelini çok ağır ödedi. Yalnızca onu yalnızlığa ve ölüme sürükleyenler değil, aslında en yakınındakiler bile değerini çok sonra fark ettiler. Afife Tiyatro Ödülleri, ancak 1997 yılında akıl edilebildi.
Afife Jale’yi sahnelerden sürerek, ağır hastalık ve yoksulluk koşullarında önce morfin bağımlılığına, sonra da ölüme mahkûm edenler isim olarak hafızamızda yer etmeseler de, zulümleriyle lanetlenecekler. Afife ise yaşamaya ve parlamaya devam edecek.
Bu hafta boyunca onu ayakta alkışlıyoruz! Devri daim olsun…
*
Çünkü…
“Bitmedi, daha sürüyor o kavga ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.”
2002’de yitirdiğimiz Adnan Yücel’in de ruhu şad olsun…
*
1968’in 24 Temmuz günü, Altıncı Filo’yu Protesto Olayları sırasında öğrenci yurdunun penceresinden atılarak katledilen Vedat Demircioğlu 68 Kuşağı’nın ilk kaybı olmuş ama devrimci mücadele onun adı, anısı ve mirasıyla daha da büyümüştü.
Saygıyla anıyor ve bu memleketin gadrettiği bütün güzel insanlar için her gün koca bir “Ahhhhh” çekiyoruz.
O ahlardan bir ağaç büyüten sevgili Didem Madak gibi…
Ah!
25 TEMMUZ
1905 yılında bugün doğan Elias Canetti’yi öğrenmek bu hafta hepimizin ödevi olsun ve geçtiğimiz hafta hayatını kaybeden değerli yazar Pınar Kür adıyla, yapıtıyla daha çok var olsun.
Bu Hafta‘yı Emre Dursun hazırladı…