Yaşayanlar, yaşananlar ve iz bırakanlarla Bu Hafta…
2 AĞUSTOS
Durup durup size sesleniyoruz!
Diyoruz ki: Irkçılık, insanın, insanlığın yüz karasıdır. Ancak gerçek bir değeri, meziyeti, karakteri olmayanlar meylederler kimlik ya da yönelimleri nedeniyle başkalarını ötelemeye. 2025 yılını bile devirdik ve hâlâ ırkçılık belâsının en ham halleriyle cebelleşiyoruz. “Türk” ya da “Kürt” olmakla coşuyor insanlar, “Biraz da şurama İtalyanlık”, “Daha da fazla Almanlık”, “Şaldır şaldır Katoliklik”, “Paldır küldür erkeklik” diye krizler geçiriyorlar.
Karin Karakaşlı der ki bir yazısında: “Bir Çingeneye asla hakaret edemezsiniz çünkü kahkahalarla güler küfürlerinize.” Çingeneler bunu başarabilir yani sizin kurşununuzu işlemez hâle getirebilir ama böyle bir şeye neden gerek olsun ki? Kendini yontmamış türcüler, ırkçılar yani baştan aşağı zavallılar için neden biz önlem almak durumunda kalalım ki sürekli? Neden bizim bir alttan alma borcumuz olsun, ırkçılar kendilerini zerre kadar yontmazken?
Bugün, Roman Soykırımı’nı Anma Günü.
Bir daha hiçbir soykırıma şahit olmamayı diliyoruz. Ama ırkçılığın, asla derin uykuya geçmeyen bir lanet olarak çok yakınlarımızda olduğunu da biliyoruz. Ortak olmayacağız!
*
Amerika’da siyahlara yönelik ırkçılığın en yoğun olduğu dönemlerde sadece yazarak değil, sokakta ve hayatın her alanında öncülük yaparak da direnen James Baldwin, 1924 yılında bugün doğmuştu. Yalnızca ırkçılığa değil, bütün ayrımcılık ve eşitsizliklere karşı her daim ses yükseltti ve Amerikan toplumunun ikiyüzlülüğünü yüzlerine vururken, 1965 yılında William F. Buckley ile Oxford’da yaptığı bir konuşmada “Amerikan düşünün yalnızca beyazlar için düş, siyahlar için ise kâbus olduğunu” haykırdı. “Irkçılık, ne hissettiğinizle değil, ne yaptığınızla ilgilidir” diyordu.
Kendisi de eşcinsel olan ve “Giovanni’nin Odası” romanında iki beyaz erkek arasındaki aşkı anlatan romanıyla, edebiyat tarihine bu anlamdaki ilk ve en etkili imzalardan birini de atmıştı.
*
1988 yılında bugün, henüz 50 yaşındayken hayatını kaybeden, şairliğinin yanı sıra kısa öykü türünün en büyük yazarlarından biri olan Raymond Carver da kendi sınıfının, işçilerin sesi olmayı seçmişti. Çok erken yaşta evlenen ve sayısız işte durmaksızın çalışan Carver, kısacık hayatının son sekiz yılında Amerikan edebiyatına damga vurmayı başarmıştı. Üstelik bunu yaparken bir illüzyona ihtiyaç duymadı, hikâye “kurmadı”, kocaman cümlelerle konuşmadı, sadece anlattı. İşçi sınıfından insanların gündeliğini, evlilik-boşanma meselelerini, önce kendi içinde sonra hayatta kaybolmuş insanların iç çekişlerini, bağımlılık hallerini, şiddet ve tükenmeyi yani sadece kendini anlattı. Alkol bağımlılığıyla uzun süre mücadele eden Carver, sigara konusunda da pek altta kalmıyordu ve hem yaşamda hem edebiyatta çok fazla tırmaladıktan sonra kanser nedeniyle veda etti dünyaya.
3 AĞUSTOS
“Decisive moment”… Yani, “Karar anı”: “Hayat, sürekli akıp giden bir andır. O anda hem fiziksel hem duygusal olarak mükemmel bir hizalanma yakalanırsa, bu “karar anıdır” ve yalnızca bir kez gelir.” O anı önceden sezmek, sabırla beklemek ve deklanşöre tam zamanında basmak ise gerçek bir sanatçının işidir.
Şayet tam da kendisinin savunduğu üzere, fotoğraf bir sanatsa, onun büyük sanatçılarından biriydi. Yahut bir “tanıklık biçimi” ise yine onun dediği gibi, en büyük tanık da kendisiydi.
2004 yılında dünyadan uğurladığımız Henri Cartier-Bresson, kadrajı öyle büyük bir ustalıkla kullandı ki, çektiği fotoğrafların bir milimini dahi kesmek zorunda kalmadı. 35 milimetrelik Leica marka makinesini elinden hiç bırakmayan ve “poza” asla inanmayan, “karar anı”nı “anın kararı” olarak da belleyen Bresson için en önemli olan şey bakmayı öğrenmekti. Fotoğrafın sanatsal bir uğraş olduğu kadar, özellikle tanıklık söz konusu ise etiğe de sahip olması gerektiğini savundu.
“Fotoğraf çekmek; kafayı, gözü ve kalbi aynı hizaya koymaktı.” Ayrıca, “İlk 10.000 fotoğrafınız en kötü olanlardır” da diyen Bresson, deklanşöre milyonlarca kez bastı ve bize en iyilerini bıraktı. Minnet duyuyoruz!
4 AĞUSTOS
“durup durup sana sesleniyorum” demişti.
Dünyaya Ağustos’ta gelip yine Ağustos’ta buradan göçen, şiirimizin en görkemli, en hüzünlü ve en yürekli beylerinden biri doğdu bugün: Turgut Uyar.
Mizacına hiç uygun olmayan bir yerde, askeri okullarda başladı yolculuğu. Ancak o kadar erken fark etti ki bu disiplin ve insanı kendinden uzaklaştıran sisteme ait olmadığını, tereddütsüz bastı istifayı ve dedi ki: “ama ben severim omuzlarımı apoletleri olmasa da”. Sevdi de… Sonra şiiri ve Tomris’i sevdi ve dedi ki:
“Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım”
Onun da içinde yer aldığı “İkinci Yeni” ekolü aslında bireysel şiir olarak adlandırılsa da, toplumsalın muazzam bir şekilde ele alındığı örneklerle doludur ve Turgut Uyar da bu anlamda hiç geri durmamıştır:
“kürdistan’da ve muş-tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan
eşkıyalar kanar, kötü donatımlı askerler kanar.”
Sevgili şairimizin doğum gününü kutluyor ve bu geceyi kim bilir kaçıncı kez “Geyikli Gece” ilan ediyoruz. Uzanıp, Turgut Uyar’ın dizelerinden öpüyoruz. Var olsun!
*
Hiç sevmedi, sevemedi omuzlarını ve kendisini apoletleri olmadığında. Çünkü o, içinde olduğu şeye değer ve karakter kazandırabilen biri değil, ancak unvanlarla değerlendiğine inanan biriydi. Memleket tarihinin en kara günleri, takvimin en karanlık sayfaları onun elleriyle geldi. Savaşlar, kırımlar ve Sarıkamış Harekâtı gibi bir basiretsizlik ve akılsızlık örneği… Enver Paşa, tarihin gördüğü en büyük narsistlerden biriydi.
Kendi beceriksizlik, sorumsuzluk ve yenilgilerini hep başkalarına mâl etti. Ermenilere uygulanan tehcir ve kırımın baş sorumlularından biri olması sebebiyle, uzun süre Nemesis örgütünün hedefindeydi ama Talat ve Cemal Paşa gibi Ermeni militanların eliyle değil, Bolşeviklere karşı Türkistan’da örgütlenen Basmacılar’a destek vermesi üzerine, Ruslar tarafından 1922 yılında bugün öldürüldü.
*
Art arda iki yıl, çok büyük iki sanatçıyı yitirdik bugün. 2012’de Metin Erksan, 2013’te ise şiirimizin en yakışıklısı Ahmet Erhan ayrıldı aramızdan.
Metin Erksan her ne kadar ve doğal olarak “Sevmek Zamanı” adındaki baş yapıtıyla anılsa da sık sık, aslında Türk Sineması’nın ilk uluslararası ödülünü kazanan “Susuz Yaz” ile de büyük bir damga vurmuştur dünya sinemasına. Berlin Film Festivali’nde “Altın Ayı” ödülü kazanan bu film, Necati Cumalı’nın kuraklıkla kavrulan bir köyde hem bu mücadeleyi hem de insan ilişkilerindeki, toprak ve hukuk sistemindeki, ahlak konusundaki arazları irdelediği aynı eserinden sinemaya uyarlanmıştır. Metin Erksan daha sonra bir başka yazarın, Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcü” eserini de beyaz perdeye taşımıştır. Ama sözün yine dönüp dolaşıp oraya geleceği de aşikârdır: “Sevmek Zamanı”, sinemamızın zirvelerinden biri olarak bugün bile hayranlıkla anılmaktadır. Minnetle anıyoruz.
*
“Talihsiz bir sakatlık” sonucu onu bir futbolcu değil de bir şair olarak tanıyıp sevdik onu ama hiç kuşku yok ki, futbolu da şiir gibi olurdu. Şair oldu, şiiri sevdi ve bir de rakıyı… Tıpkı Raymond Carver gibi o da alkol bağımlılığından mustaripti ve yine Carver gibi ama ondan 5 yıl daha yaşlı olarak, 55 yaşında kanser nedeniyle hayatını kaybetti.
Öylesine kendine özgü bir dili ve şiiri vardı ki, ona hiçbir “akım” bulamadık. Melânkolisini asla ucuzlaştırmadı, romantize etmeye kalkmadı, hiçbir konuda ajitasyona bulaşmadı, yalnızlığına sımsıkı sarılırken memleket hâlinden, işçinin derdinden, yoksulun çilesinden bir nebze uzaklaşmadı; yabancılaşmanın bütün duraklarında durdu ve sonra “kurudu kuyunun suyu”. Ne mi oldu?
“Bir zamanlar dünya sandığı bahçeyi ayrık otları, dikenler bürüdü.”
Ahmet Erhan, 12 yıl önce bugün öldü. Ama çıkar gelir bakarsınız, “dizleriniz duruyor mu, başını koyacak?”
5 AĞUSTOS
Gerçek bir dayanışma, dostluk ve yoldaşlık arıyorsak eğer, bunu hayatları boyunca başarmış iki insandan birisini saygıyla analım bir daha: 130 yıl oldu, Friedrich Engels gideli. Yoldaşı Marx’tan 12 yıl sonra…
“Komünist Manifesto” başta olmak üzere birçok teoriye birlikte hayat verdikleri için yine ve çoğunlukla birlikte anılmaları doğal ama Engels, kendi başına da önemli bir düşünür, yazar ve teorisyendi. Oldukça varlıklı bir aileden geldiği halde kapitalizme erken ve içten bir öfke duyuyor ve bunun sebeplerini de en net şekilde anlatıyordu. “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı baş yapıtıyla dünyayı ayağa kaldırmıştı. Marx’ı, işçi hakları, sendikacılık, sosyal devlet kavramlarını daha derin düşünmeye sevk etmiş, teori ve pratikten öte, en nihayinde gerçek bir adalet arayışı içinde olmuştu.
Saygıyla anıyoruz.
6 AĞUSTOS
“Katil Amerika”, tarihinin en büyük toplu cinayetlerinden birini 1945 yılında bugün işlemiş ve Hiroşima’ya atom bombası atmıştı. Bombanın düşmesiyle birlikte yetmiş bin insan yaşamını yitirdi. Bombanın radyoaktif etkileri ile bu korkunç katliamın hayatına mâl olduğu insan sayısı 200 bini geçti. İkinci Dünya Savaşı bu alçakça ve acımasız güç gösterisinin ardından, neredeyse zorunlu olarak bitti.
*
1969 yılında bugün uğurladığımız Theodor W. Adorno, aslında her şeyden evvel müziğe vurulmuştu. Bu alanda eğitim de aldı ve iyi bir besteci olmayı hayal ediyordu. Frankfurt Okulu’nun kurucularından biri oldu ancak Nazilerin iktidara gelmesiyle Almanya’dan ayrılmak zorunda kaldı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, 1949 yılında tekrar geri döndüğünde kaldığı yerden devam etti ve Frankfurt Üniversitesi’nde dersler verdi. İlkgençliğinin tutkusu olan müzik üzerine bir besteci olarak değilse de bir kuramcı olarak emek verdi. Gerçek sanatın, “alışıldık duygulara hizmet etmemesi gerektiğini” savundu. Sadece bir “yöntem” değil, bir yaşam biçimi olarak da eleştiriyi hayatının tam ortasına koydu.
7 AĞUSTOS
Bundan tam iki yıl önce, müzikal hafızamızda çok güçlü bir yeri olan, “rock” müziğin Türkiye’deki öncülerinden sayılan büyük bir sanatçıyı, Erkin Koray’ı uğurladık. Herhalde sadece bu topraklarda değil, tüm dünyada bu kadar fazla esintiyi içinde barındıran ve buna rağmen hiç sırıtmayan “sound”lara ulaşan bu büyük müzisyen “Şaşkın”dan “Fesupanallah”a, “Estarabim”den “Arap Saçı”na ve dahi “Yalnızlar Rıhtımı”na kadar kafamızın içinde sonsuz bir döngüyle çalmaya devam eden harika eserler bıraktı. Ne diyelim daha? Ömrü biterken yenisi de başlar, hakkıdır vesselâm!
8 AĞUSTOS
Geçen haftanın son günü bu ayın ilk günüydü ve söylemiştik. O günden bir hafta sonrası ve bu haftanın son günü yine mi söyleyeceğiz yoksa?
“Kirli Ağustos
gözkapaklarımı da yaktım sonunda!”
Çağdaşı Turgut Uyar’dan bir yıl dört gün sonra daha “kibirlisi” (gülüşmeler) düştü dünyaya: Edip Cansever geldi ahali, kaçılın!
İstanbul’da, Kapalıçarşı’da, babadan kalma antikacı dükkânının masasında oflayıp puflarken, şiirden başka neyle çıkacaktı bu iç sıkıntısı? Kibirli dediysek boşuna değil, Ülkü Tamer’i bir akşam rakı masasında öyle bir darlamıştır ki, “Tamam abi, sensin!” demek zorunda kalmıştır o bile. En iyisi mi bilmiyoruz ama çok iyi olduğundan şüphemiz yok.
Şiirde monolog ve diyalog tekniklerini eşsiz bir biçimde kullanan, “Tragedyalar”, “Ben Ruhi Bey Nasılım?” gibi psikolojik çözümlemeler de içeren birbirinden muazzam şiirler yazan Cansever, hem “İkinci Yeni” içinde olmuş hem de onu dönüştürerek bambaşka etkiler yaratmış bir şairdi. Tıpkı Turgut Uyar’da söylediğimiz gibi, sıkı sıkıya bağlı olduğu bireyselliğinin içinden müthiş toplumsal çığlıklar da yükseltir zaman zaman:
“İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
(…)
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.”
(Edip Cansever, “Mendilimde Kan Sesleri”)
*
Her haftanın bir ödevi var bize, biliyorsunuz, bu hafta iki olsun ama lafta da kalmasın. Çünkü 1998’de uğurladığımız Bekir Yıldız da, 2009’da veda ettiğimiz Aram Tigran da sımsıkı sarılıp kucaklanmayı hak ediyorlar…
Eğer işçi sınıfını ve dahi işçi göçünü, “güllere ve devlete” inanılmaması gereken o kadim coğrafyadaki derin yalnızlık ve yoksulluğu, sınıfsal eşitsizliği, her türlü ezilmişliği yakından görmek isterseniz, o size der ki: “Ben yazmadım, yaşadım.”
Ve “Kürtlerin sesi olan Ermeni”… Ama dahası, milletsiz, milliyetsiz, dünyalı bir müzisyen… Ermeni Kırımı’ndan güç bela kurtulabilmiş ve Suriye’ye göç etmişti. Peki o demişti: “Dünyaya bir daha gelirsem, ne kadar tank, tüfek ve silah varsa hepsini eritip saz, cümbüş ve zurna yapacağım.”
Bir daha gel, Aram Tigran. Hiç gitmedin zaten!
“Kirli Ağustos” dahil bütün kirleri cümbüşlerle bertaraf edeceğiz.
Davetlisiniz!
Bu Hafta‘yı Emre Dursun hazırladı.