Yaşayanlar, yaşananlar, iz bırakanlarla Bu Hafta…
21 HAZİRAN
“Hayat zorlaşınca
Çıkmaz sokaklarda soluksuz kalınca
Azalınca manadan
Seyyar sevdalarda parçalanınca…”
Ne önermişti Sezen Aksu?
“O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz
O zaman şarkı söylemeli çığlık çığlığa
O zaman yüreğin yükü hafifler belki biraz
O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz”
Ey ahali, “Bu Hafta” bugünle, Dünya Müzik Günü ile başlıyor. Müziğin sesini biraz açalım evvelâ…
Sonra, onu karşılayalım: Françoise Sagan.
“Hafiflikle ağırlığın tuhaf bir dengesi.” Onun için bu tanımı yapan kişi, Albert Camus. Sagan, ilk romanı “Günaydın Hüzün” yayımlandığında, 18 yaşındaydı. Burjuva yaşamı sürdüren ya da o yaşama özenen insanların hikâyelerini anlatan yazar, o dünyada kocaman bir “boşluk” resmetmişti sürekli. Tatsız, sevimsiz bir yer. Çiğ bir özenti, daha da çiğ bir haset ve baştan aşağı bir olmamışlık manzarası.
Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” serisindeki bir karakterden etkilenerek “Quoirez” olan soy ismini, “Sagan” olarak değiştiren bu maharetli kadın kendi eksikliklerine çok benzeyen eksiklikler anlatmakla meşhurdu. Ancak yaza yaza, kendisi az buçuk bir tamamlanma yolu bulmuştu. Genellikle içsel boşluk yaşayan, kendine yabancılaşmış, zorlama bir lüks içinde ama anlamsız bir hayat süren bireyleri karakterleştiren Sagan, ülkesinden başlamak üzere tüm dünyayı etkilemiş yazarlar arasına kaydolmuştu.
Yalnızca yazar olarak değil, bir kişi, bir “kişilik” olarak da az konuşulmadı.
Direksiyona geçtiğinde kendini kaybediyor ve çok hızlı araba kullanıyordu. Kumar oynamayı seviyordu. Alkol ve dahi uyuşturucu bağımlılığının önüne geçemiyordu. Bazan yazdığı karakterlere benziyor, onlara benzedikçe kendine bileniyordu. Ama bir şeyi harikulâde yapıyordu: Yazmak! 21 Haziran 1935’te doğdu. İyi ki doğdu, iyi ki yazdı…
22 HAZİRAN
Yazmak dendi mi, onu harikulâde yapmak dendi mi Türkiye’deki en büyük örneklerinden biri oydu. Yalnızca “köşe yazısı” olarak değerlendirmenin haksızlık sayılacağı derinlikli, manalı, nükteli fıkraları, eşsiz dili ve bilgeliğiyle; aynı zamanda yaşamının hemen her döneminde ciddi hakaret ve saldırılara maruz kaldığı halde anlatmayı, dişlerini sıka sıka gülümsese bile aktarmayı hiç bırakmayan bir yazardı. Kendisine yönelik saldırılara, küçümseyici ifadelere ya da sansür girişimlerine karşı, kelimeleri kullanmaktaki maharetini ve gücünü hatırlatmak için dedi ki: “Ben bu daktilonun tuşlarına, sekiz oktav yukarıdan vurmasını da bilirim.” Bildi.
Hayatının sonuna kadar daktilo ile yazdı ve daktilosuna “pancar motoru” adını taktı: Takır takır takır takır sürekli işlediği için… Çetin Altan, 22 Haziran’da doğdu ve sadece köşe yazısı olarak 15 bine yakın metin kaleme aldı. “Hayal ettiğim ülke bu değildi” başlıklı son yazısında, “Artık anlaşılıyor ki ülkeme demokrasinin geldiğini göremeden ayrılacağım bu dünyadan,” diye iç çekti ve yazıdan çok kısa bir süre sonra da hayatını kaybetti.
İlk romanı “Büyük Gözaltı” ile Orhan Kemal Roman Armağanı ödülünü kazandı ve ardından Bir Avuç Gökyüzü’nü yazdı ve her iki romanı da “filme çekildi.” Fıkralar ve romanlar bir yana, öykü, gezi yazısı, oyun etmeksizin her şeyi yazdı. “Bu ülkenin en büyük şairidir Nâzım,” dediği için mecliste linç edilmekten zar zor kurtarıldı. Yine bir meclis konuşmasında sözünü sürekli kesen ve kendi oturduğu makama saygılı olması gerektiğini söyleyen başkana verdiği cevap hafızalara kazındı: “Sizin orada oturuyor olmanız, bir marangoz hatasıdır.”
Altan, başka beş roman daha yazmakla birlikte oyun, şiir, öykü, anı ve gezi yazısı gibi birçok alanda eserler verdi. Kemalizmle başlayıp sosyalizmle süren, hayatının son dönemlerinde ise daha liberal bir noktaya gelen Çetin Altan bu nedenle en yakın dostu Aziz Nesin’le tartışmalara da girmişti. Bizzat Solmaz Kâmuran’ın aktarımıyla söyleyelim: Birbirlerine bir kez bile seslerini yükseltmemişlerdi.
Çetin Altan’ın 98. doğum gününü kutluyoruz ve çok zor olduğunu bilsek de, ondan miras bir sözü biz de tekrarlıyoruz: “Enseyi karatmayın!”
23 HAZİRAN
“Türkiye, evlâtlarına, kendinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânı vermiyor,” diyen bir başka yazarın, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da 124 yıl geçti doğumunun üzerinden.
O, hiçbir zaman bir ideolojinin içinden konuşmadı ve hayatının tamamında medeniyet meselesine odaklandı. “Biz ne Doğuluyuz ne Batılı, ikisinin arasında kalmış garip bir milletiz,” dedi. Birçok şehirde öğretmenlik yaptı, kendisinin İstanbul Üniversitesi’ndeki öğretmenlerinden biri ise, Yahya Kemal Beyatlı’ydı ve aralarındaki ilişki Tanpınar’ın hem şiir anlayışında hem de tarihsel bakışında derin izler bıraktı.
Zaman, hafıza, rüya, bilinç ve bilinçaltı temalarında sıklıkla dolaşmakla birlikte, yine ana meselesini örmekte kullanmıştı bütün bunları: Doğu ve Batı, modernleşme, medeniyet ve bunların arasında sürekli bir kimlik çatışması yaşayan bireyler… Batılılaşmaya karşı değildi ama bunun yüzeysel ve taklitçi bir şekilde yapılmasını doğru bulmuyordu. Psikanalize kadar varan metinleriyle de bilinen Tanpınar’a göre, bu durum kendini inkâr ederek zorlama bir benlik ve kültür edinme girişimidir ve sonuçsuz kalacağı da başından bellidir. Maziyi inkâr etmeden bir gelecek kurmak gerektiğini savunur, hatta ona göre maziyle bir hesaplaşmaya bile gerek yoktur ve onu sakince içselleştirmek yeterlidir.
Osmanlı kültürünü estetik ve manevi bir kaynak olarak görür, bu anlamda kültürel mirasa müthiş bir önem verir ama asla milliyetçilik batağına saplanmaz. O, ruh ve kimlik ile ilgilidir. Ancak, “Sahnenin Dışındakiler” romanında kendisiyle ilgili de cesur bir özeleştiri getirir. Siyasete katılmayan ve “seyreden” aydının bunalımını irdelerken iğneyi kendine batırmayı da bilir.
Estetik, kültür, düşünce ve sanat dünyamıza eşsiz katkılar sunmuş olan Tanpınar’a kuşaktan kuşağa hep okunacağı, hep hatırlanacağı nice yıllar dileriz.
24 HAZİRAN
Sadece futbol tarihine değil, o tarihin en görkemli rekabetine ve en meşhur sorusuna da imza atanlardan biri o. O soru şöyle: “Messi mi, Ronaldo mu?” Buna verilmiş en dikkat çekici cevaplardan biri ise, onun takım arkadaşlarından biri olan Gerard Piqué’den gelmişti: “Messi, insan değil, Cristiano Ronaldo ise insanlar arasında en iyisi.”
Her ikisi de futbol severlere yirmi yıldır bir şölen yaşatıyorlar ve ikisi de kırklarına geldikleri halde oynamaya ve neden zirveyi paylaştıklarını tekrar tekrar anlamamızı sağlayan tuhaflıklar yapmayı sürdürüyorlar.
Evet, ikisi ama bugün günlerden Lionel Messi. Fabrika işçisi bir babayla, temizlik işçisi annenin üçüncü çocukları olarak dünyaya gelen Arjantinli futbolcu, beş yaşında başladığı bu sporun tanrılarından birine dönüştü ve bu yazıyı okuyanların tamamının bir araya gelse hesaplayamayacağı kadar büyük bir servet de kazandı. Ama onun işi para almak ya da para saymak değil, oyun oynamaktı. Futbolu öylesine sevdi, öylesine zarafetle oynadı ki, onunla birlikte milyarlarca insan da bu büyüye kapıldı.
Kariyerine veda haberini yakın zamanda paylaşacağız belki ama şimdi, onun 38. doğum gününü kutlayalım ve bizimle olmasının tadını çıkaralım: İyi ki geldin, Messi!
25 HAZİRAN
Bugünün ilk kişisi ve konusu da kutlanabilir ve güzel anılarla hatırlanabilirdi. O da yaşıyor, aramızda, ara ara üstün görüşlerini bildirmek için hamleler de yapıyor hâlâ ama kim umursuyor ki?
Türkiye’nin ilk ve tek kadın başbakanı olması, hepimizin ortak bir kederi olsa gerek. Demek ki Türkiye evlâtlarına Tansu Çiller’i layık görüyor. 1993 yılında, bugün başbakan olmuştu.
“Ekonomi Profesörü” olduğu için Demirel tarafından, “Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı” yapıldı ve bilin bakalım ne oldu: Ekonomi yerle yeksan oldu! “Ekonomistlerden”, hele de sağcısından her daim çok çekmiş olan memleketin enflasyon ve borç krizinin tırmandığı, 1994 kriziyle insanların daha da yoksullaştığı, IMF ile olan tuhaf alışverişlerin arşa çıktığı, bazı kamu bankalarının zarara uğratıldığı, usulsüz özelleştirmeler ile “kayıp trilyonların” fıldır fıldır dolandığı dönem bir “ekonomi profesörü”nün Türkiye’ye hediyeleri oldu.
Sadece bu mu? Sadece paralar mı kayboldu? Hayır! Onun döneminde asıl insanlar kayboluyordu! Cumartesi Anneleri 1995’te ilk eylemlerini yaparken, yaşanan kayıpların ve korkunç bir şekilde artan faili meçhullerin başını da o bekliyordu. Ülkedeki mafya ve siyaset ilişkisinin en çarpıcı şekilde ortaya serildiği Susurluk Kazası’ndan sonra, “Bu ülke için kurşun sıkan da kurşun yiyen de şereflidir,” diyecek kadar pervasızlaşmıştı.
Ekonomi politikaları andığımız sonuçları doğuran birinin “güvenlik politikalarının” da pek güvenli olacağını düşünmüyorduk zaten. Türkiye’nin bir sonraki kadın başkanının, şansını pek zorlamazsa bu seviyenin altında kalacağını da sanmıyoruz.
“Cenab-ı Allah’ı sizlere emanet ediyorum,” başta olmak üzere sayısız gafıyla da bilinen Çiller’e bırakın gülmeyi, tebessüm bile etmiyoruz.
*
Distopya türünün başyapıtı sayılan “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”ün yazarı George Orwell’ın doğum günü bugün. Onun yeri sosyalistler (Stalinist ve Troçkistler) arasında tartışmalıdır, çünkü “politik fabl” ya da “modern masal” olarak nitelenen “Hayvan Çiftliği” eserinde Stalin dönemi Sovyetler Birliği’ni sert bir şekilde eleştirir. İdeallerin bozulduğundan ve devrimlerin yönünün değiştiğinden dem vurur.
Aslında aynı şeyi 1984’te de yapar ama bu kez Stalinizm’in yanına Faşizm’i de koyar. Kurulan manipülatif medya düzeniyle herkesin sistemi yüceltmek, onaylamak ve dahi ona boyun eğmek üzere var olduğu bir dünyayı anlatır. “Büyük Birader bizi izliyordur.”
Gençliğinde yaşadığı ağır yoksulluk koşullarında temizlikçilik ve bulaşıkçılık yaparak hayatta kalan Orwell, İspanya İç Savaşı’na katılarak Franco’ya karşı savaşan sosyalistlerin yanında da savaşmıştı.
1984 romanının yayımlanmasından bir yıl sonra, 1950’de veremden öldü ama bugün onun doğum günü.
“Katalonya’ya Selâm” ve her neye inanıyorsak inanalım Orwell’ı okumaya devam. Ondan öğrenecek çok şey var!
26 HAZİRAN
Hadi şimdi atlayın, gezmeye gidiyoruz! 1819 yılında bugün patenti alınan “Bisiklet” adlı yol arkadaşımızla.
1817’de tasarladığında adına “koşu makinesi” diyen ve ilk sürüşünde 14 kilometre gibi hatırı sayılır bir yol kat eden Karl von Drais bir yıl sonra da bu icadının patentini almıştı ama günümüzdekine en yakın versiyon için biraz daha beklenmesi gerekmişti. O, dünyanın en güzel ve en yaşsız oyuncağı. O, özgürlük hissini en yoğun hissettiren şeylerden biri ve her çocuğun en sevgili hediyesi.
Dünden bugüne ve bugünden yarına durmaksızın pedal çevirirken, gelişen teknoloji ile bugün elektrikli versiyonlarını da kullanabildiğimiz bisikletler uzun yıllar boyunca yine bizimle birlikte olacaklar gibi görünüyor. O zaman, yüklenin pedallara.
27 HAZİRAN
George Orwell ile aynı nedenlerden değilse de seveni ve sevmeyeni çok olan ve Ahmet Hamdi Tanpınar kadar bir meseleye adanmış görünmese de insanın yalnızlığını, yabancılaşmasını, aidiyet arayışını daha özel bir yerden vermeye gayret eden roman ve öykü yazarı Yusuf Atılgan’ın doğum günü bugün.
Karakterlerindeki huzursuzluk öylesine fazladır ki, okurken yerinizden yetmiş kere kalkma ihtiyacı hissedersiniz. Bu bir bakıma üst düzey bir gerçekçiliktir. Ama kimi de alır o öyküyü ya da romanı, bir saatte bitiriverir.
Yusuf Atılgan’la olan yolculuğunuzu size bırakıyoruz ve “Bu Hafta”yı kapatmadan bir teşekkür edelim istiyoruz.
Türk Sineması’nın en özel isimlerinden biri olan Şener Şen, geçtiğimiz hafta sinema ve tiyatro kariyerini sonlandırdığını açıkladı. Ya da “açıkladığı iddia edildi” diyelim. Umarız, ikincisi doğrudur. Ama her iki durumda da, yarattığı müthiş karakterler ve yıllardır sürmekte olan eşsiz aktörlük performansı bize sundukları için sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Bu Hafta‘yı Emre Dursun hazırlıyor…