16.5 C
İstanbul

Bu Hafta: 24 Mayıs- 30 Mayıs

Yayınlanma tarihi:

Yaşananlar, yaşayanlar, iz bırakanlarla Bu Hafta…

24 MAYIS

Merhaba, ödülleri pek umursamadığımız halde sık sık anıyoruz çünkü varlıkları bir olay, yoklukları ve bazı vakit reddedilmeleri başka… Ama hazır olun, bugün hem Oscar alacağız hem Pulitzer hem Grammy hem de Nobel Edebiyat. Aynı imzayla: Bob Dylan.

“Bu Hafta”nın kendine özgü bir yanı daha var: Hani denir ya, “Ayının kırk türküsü var, kırkı da ahlat üstüne” diye, çoğunlukla o tek yönlüler olmuyor bizim atlasımızda. Deneyip yenilen, deneyip yanılanlar çok daha fazla… O zaman yine, Bob Dylan.

Ömrü hayatı hep arayışta ve hiç bulamayışta geçen Dylan, sanat hayatına önce müzikle başlamıştı ancak şarkı sözlerini de hep kendisi yazmış ve o çağı en az kendisi kadar etkileyen Jack Kerouac gibi yazarlardan da ilham almıştı. Geçirdiği bir kaza sonrası daha içe kapandı ve bu esnada dini, mistik konular da hayatında ağır basmaya başladı. Yazmak eylemi öne geçmekle birlikte müzik üretimini asla terk etmedi ve zaten Nobel Edebiyat Ödülü’nü de, “Amerikan şarkı geleneğine yeni şiirsel ifadeler kazandırdığı için” elde etti.

Toplumsal adaletsizlik, savaş ve barış, aşk ve yalnızlık, zamanın geçiciliği, kimlik ve dönüşüm gibi konularda düşünmekten, üretmekten ve söz söylemekten hiç vazgeçmedi. Hep değişti ve hep aynı kaldı. Bob Dylan, uzun uzun yorduğu ve yorulduğu bu dünyaya, 24 Mayıs 1941’de adım attı.

*

“Futbol asla sadece futbol değildir” ve bu cümleye en çok uyan insanlardan biri ne mutlu ki hâlâ bizimledir: Eric Cantona

Hem futbol kariyeri hem de özel yaşantısı çalkantılarla geçmiş bu tuhaf adamın biyografisine bugün baktığımızda, bize ilk olarak bir aktör, yönetmen ve yapımcı olduğunu söylüyorlar. Oysa bir dönem mahalle maçlarında, okul bahçelerinde, sokaklarda futbol oynarken formalarının yakalarını havaya kaldıran çocukların ve gençlerin özendiği büyük bir futbolcuydu Eric Cantona. Evet, sahalarda da hayatta olduğu gibi pek rahat durmadı ve futbol tarihinin en tuhaf, en ciddi cezalarını aldı ama yeteneği gibi karakteri de pek tartışılmadı. Evet, o çok bilindik siniriyle bir hakeme formasını fırlattı ve evet (kendisine ve takıma hakaret eden) bir taraftara da uçan tekme attı ama onun bu öfke kontrolsüzlüğünü neredeyse hiç kimse bir “suç” olarak yaftalamadı. Çünkü Cantona her zaman “bizden” yanaydı.

Yeşil sahalardayken isyan ettiği şeylere itiraz edenleri bile ikna eden tavrını 2010 yılındaki çağrısıyla hatırlattı ve halkı, bankalara karşı pasif direnişe çağırdı: “Sokağa çıkmanıza gerek yok, bankadaki tüm paranızı çekerseniz sistem çöker.”

Özellikle Fransa’da göçmen hakları ve barınma sorunu konusunda sıklıkla söz söyledi. “Bir insanın evsiz kalması, medeni bir toplumda kabul edilemez” diyen Cantona, şöhreti itibarıyla bu konuda büyük ses getirmesinin yanı sıra, Fransa’daki evsizlerin eylemlerine bizzat katılmaktan da geri durmadı. Filistin’in özgürlüğünü koşulsuz destekleyen bu acayip adam için yapılan en güzel tanımlardan biri de şudur: “O, Shakespeare’in yazmadığı bir karakter, ama eğer yazsaydı en çok onunla gurur duyardı.”

Yakalarımızı kaldırdık ve 59. doğum gününü kutluyoruz! Önümüzü iliklemiyoruz ve zaten böyle bir şey isteyeceğini de sanmıyoruz. Öyle ya, biat sevmiyoruz!

25 MAYIS

Bügün ölmüş ama yarın yine doğmuş gibi… Bir an bile ölmeden, tükenmeden var olmuş gibi. İçimizdeki umut gibi mi diyelim yoksa ülkedeki tükenmez takiyye gibi mi? İkisi de, herhalde… Ya da belki Necip Fazıl gibi…

Necip Fazıl Kısakürek’in ölüm yıldönümü bugün ve yarın da doğum günü. Ama ne demiştik, çalkantıyı seviyoruz ve o da buna müstesna örneklerden biri. Bize gerek kalmadan, kendi kendini reddetmiş biri üstelik.

Amerikan ve Fransız okullarında eğitim almış, genç yaşlarından itibaren Batı felsefesine ilgi duymuş biri… Sorbonne’da felsefe öğrenimi görmüş ve metafizikle uzun uzun cebelleşmişti. Sonra, bir Nakşibendi şeyhi olan Abdülhakim Arvasi ile tanışmış ve o güne kadarki hayatını “cahiliye devri” olarak tanımlayacak noktaya gelmişti.

İyi şiirler yazdı, büyük metinler yarattı, “Bir Adam Yaratmak” gibi bir oyun kaleme aldı, ortalığı birbirine kattı. “Derviş” ve “üstad” denilen bir kumarbazdı. Çetin Altan, hakkında yazdığı bir yazı nedeniyle kendisine sitem ettiğinde, “Yahu sen onlara inanıyor musun sahiden,” demişti, “Ben onları 25 kuruşa yazıyorum.”

Yürüdüğü yolun hep en keskin çizgisinden yürüyen, alkol ya da din sebebiyle sol ve sağ arasında durmaksızın zikzak çizerek ilerleyip sonunda Eyüp Sultan Mezarlığı’na demirleyen Necip Fazıl Kısakürek, 25 Mayıs 1983’te ölmüştü.

*

2001 yılında yine bugün ölen bir adam, öyle bir adamın karşısında öylesine bir maharetle deklanşöre bastı ki bir gün, o fotoğraf dünyanın her yerinde başta hafızamız olmak üzere her köşeye kazındı.

Sözkonusu adam Alberto Korda, çektiği adamın portresine şu ismi verdi: “Guerrillero Heroico”. Yani, “Kahraman Gerilla.” Yani, Ernesto Che Guevara. Görür görmez hatırlayacaksınız.

Kahraman gerillanın kahraman fotoğrafçısını sevgiyle anıyoruz…

*

Fotoğrafa ama galiba biraz da ödüllere tutkun bir başkası, kalemini, kamerasını ve yönetmenlik kabiliyetini kullanarak yarattığı bir işle Cannes Film Festivali’nde ödüllendirilmişti. Bu, Türkiye’nin ilk “Altın Palmiye” zaferi değildi ve son da olmayacaktı ama Nuri Bilge Ceylan ilk kez, “En İyi Yönetmen” dalında almıştı bu ödülü. En İyi Film palmiyesi ise, “Kış Uykusu” ile gelecekti.

Ceylan, 2008 yılında bugün ödülünü alırken şöyle diyecekti: “Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme armağan ediyorum.” Bu yönetmen, 56. Cannes Film Festivali’nde “Uzak” filmi ile kazandığı “Jüri Büyük Ödülü”nü ise, “yalnız ve güzel ülkenin” bir başka altın palmiyeli ve sürgün yönetmenine adamıştı: “Bu ödülü 21 yıl önce burada Altın Palmiye ödülü alan ve Fransa’da yaşamını yitiren Yılmaz Güney’e ithaf ediyorum.”

*

Havlu atmak… Vazgeçmek demek, değil mi? Bugün için konuşuyorsak, hayır! Bugün havlu atmak, daha doğrusu taşımak bir yazarı yad etmek demek. Dünyanın birçok yerinde o yazarı bilenler ve özellikle de “Otostopçunun Galaksi Rehberi” adlı kült romanını okuyanlar, üzerlerinde havlu taşırlar!

Peki neden havlu? Çünkü Douglas Adams’ın romanında şöyle yazar: “Bir otostopçunun sahip olabileceği en faydalı eşya havludur.” Peki ama neden? Çünkü soğukta sarınılır, sıcakta plaja serilip üzerine yatılır, bir kavgada sapan ya da silah olarak kullanılır, “ıslatılıp başa sarılarak düşmanların ‘deli’ olduğuna inandırılması sağlanır” ve tabii ki temizlik için kullanılır.

Adams’ın ölümünden (11 Mayıs 2001) iki hafta sonra hayranları tarafından başlatılan bu tuhaf gelenek halen sürüyor ve her 25 Mayıs günü onun sadık okurları, bilim kurgu edebiyatının en zeki ve mizahi kalemlerinden biri olan bu yazarı anmak için “Panik yapma ve bir havlu taşı” diyerek onu yad ediyor.

Bugün Havlu Günü ya da “Towel Day”… Kutlu olsun!

*

Ne yordun bizi be 25 Mayıs, hadi güle güle git!

26 MAYIS

Cannes, Altın Palmiye, “Yol” ve Yılmaz Güney

Uluslararası ilk büyük ödülünü 1963 yılında Berlin Film Festivali’nde, Necati Cumalı’nın aynı adlı hikâyesinden Metin Erksan’ın sinemaya uyarladığı “Susuz Yaz” ile kazanan Türkiye Sineması, Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı ve Şerif Gören ile birlikte yönettiğiYol filmiyle, 26 Mayıs 1982’de bu kez “Altın Palmiye” ödülünü almıştı.

Tıpkı bu filmdeki gibi bir izinle cezaevinden çıkan, bir daha geri dönmeyen ve sonunda Fransa’da yerleşen Güney, bu ödülün ardından Türkiye Devleti’nin geri dönüş çağrısına uymadığı için 1983’te “vatandaşlıktan” da çıkarılmıştı.

Güney, filmi şöyle anlatmıştı: Bilindiği gibi çok uzun yılları cezaevinde geçirdim. Bu süreç içerisinde beraber yaşadığım, beraber aynı koğuşu paylaştığım, aynı acıları paylaştığım arkadaşların hikayelerini dinledim. Özellikle yarı açık cezaevinde, filmde anlattığım insanları bizzat tanıdım ve filmde anlattığım insanların hikayeleri, bizzat yaşanmış hikayelerdir. Onların ağzından dinlediğim. Ancak ben, bir sanatçı olarak bu hikayeleri bir sanatçı gözüyle yeniden kalıplara soktum. Burada hem benim tecrübelerim hem benim yaşadığım, gördüğüm, gözlemlediğim şeyler hem de bizzat filme konu olan arkadaşların hayatları vardır. Açıktır ki her sanatçı anlattığı hikâye ile bir gerçeği sergilemek ister. Ben de izine çıkan beş arkadaş aracılığıyla Türkiye’den manzaralar çizmeye, sosyal manzaralar, ekonomik manzaralar çizmeye çalıştım. Filmde bu insanlar aracılığı ile anlatılan şeyler; baskı, acımasızlık, kayıtsızlık, umutsuzluk, çaresizlik ve aynı zamanda bir direniş…”

*

Belgesel fotoğrafçılığıyla 20. yüzyıla damgasını vuran bir başka kadraj ustası Dorothea Lange da 1895 yılında bugün doğmuştu. Özellikle Büyük Buhran dönemindeki göçmenleri, işçileri ve yoksulluğu belgeleyen fotoğraflarıyla tanınan Lange’ın çalışmaları sadece bir görsel sanat değil, sosyal bir tanıklıktır.

Florence Owens Thompson ve çocuklarını çektiği, Migrant Mother (Göçmen Anne) adıyla hem Amerikan hem de dünya tarihinin en güçlü görsel sembollerinden biri hâline gelen fotoğrafı için söyledikleri, onun tanıklığının tesadüfi olmadığının da bir kanıtıdır: “O fotoğrafı çektim çünkü onun bakışında ülkenin kaderini gördüm.”

Birinci Dünya Savaşı esnasında Japon-Amerikalıların toplama kamplarına gönderilmesini belgelediği fotoğrafları, ülkede uzun yıllar boyunca sansürlenmişti. Acıyı teşhir etmek yerine empatiyle anlatmayı seçen ve yalnızca bir anı değil, bir hikâyeyi çekerek fotoğrafçılığın zirvesine çıkan ustanın doğum gününü kutlarız.

27 MAYIS

Sabaha karşı saat 04.36’da Albay Alparslan Türkeş radyodan şu bildiriyi okudu: “Sevgili vatandaşlar, Türk Silahlı Kuvvetleri, iç ve dış düşmanlara karşı, yurdun selâmeti için yönetime el koymuştur.”

“İç ve dış düşmanları” tükenmek bilmeyen Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde gerçekleşen ilk askerî darbe bu olmuştur.

Demokrat Parti hükümetinin baskıcı ve hukuksuz politikalarına karşı sokaklarda ve üniversitelerde başlayan protestolar şiddetle bastırılıyor, bununla birlikte ekonomik kriz, enflasyon ve dış borçların kontrolsüz artışı da toplumda rahatsızlık yaratıyordu. Huzursuzluğu yükselen ordu, sivil hükümete müdahale etmek için kolladı fırsatı buldu ve 27 Mayıs 1960 günü darbe gerçekleşti. Demokrat Partililer, “anayasayı ihlal”, “zimmet”, “suistimal” gibi suçlarla yargılandı, bu davalar sonunda Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu idam edildi.

Darbe sonrası askerler tarafından 1961 Anayasası hazırlandı; Anayasa Mahkemesi, TRT ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlar bu dönemde kuruldu. Askerî vesayet anlayışının Türkiye siyasetine yerleşmesine neden olan bu darbe, ardından gelen darbelerin önünü açarak toplumu hem bir travma hem de büyük bir kamplaşmaya sürükledi. Öyle ki, Denizler’in idamı, “Menderesler’in bir intikamı” olarak değerlendirildi.

*

1995 yılının Newrozunda, gözaltına alınarak “ayakkabı bağı” ya da “kablo” olduğu düşünülen bir cisimle boğulup öldürülen Hasan Ocak’ın katliyle, başlamadan bitmişti bahar. O günden iki ay sonra, Galatasaray’daki meydana oturdu bir değil birçok baharını aynı karanlığın çukuruna kaptıranlar… Bu hafta 1053. kez o meydanda toplanacak olan Cumartesi Anneleri’nin bu sonsuz eylemi, 27 Mayıs 1995 günü başlamıştı. Bu nedenle uzunca süren 17-31 Mayıs Haftası da “Gözaltında Kayıplara Karşı Mücadele Haftası” olarak biliniyor.

Tıpkı Arjantin’deki Plaza de Mayo Anneleri, Şili’deki “Desaparecidos Anneleri” gibi devlet şiddeti sonucu kaybedilen canlarının akıbetinin açıklanması, sorumluların açığa çıkarılıp yargılanması, gözaltında kaybetme ve katletme, işkence gibi insanlık dışı uygulamaların son bulması ve Birleşmiş Milletler Kayıplar Sözleşmesi’nin imzalanması talebiyle direnen Cumartesi Anneleri; sessizce oturmak, yakınlarını anmak, şiddete başvurmadan kırmızı karanfiller bıraktıkları meydanda görünürlük yaratmak dışında hiçbir şey yapmıyorlar. Ancak buna rağmen sıklıkla polis saldırıları, meydanın kapatılması ve eylemlerinin yasaklanması gibi durumlarla karşılaşıyorlar.

Ama vazgeçmiyorlar… Devlete karşı verilen en uzun soluklu sivil direniş hareketlerinden biri olan Cumartesi Anneleri’nin yanındayız ve onları asla yalnız bırakmayacağız.

“Benim annem Cumartesi

Her bir dilde çıkar sesi!”

*

“Mayıs’ı havalandır, gerisi Hazirandır,” demişti Haydar Ergülen. 2013 yılında tam da öyle oldu.

*

27 Mayıs günü Gezi Parkı’nda bir çadır kurarak, AKP hükümetinin burada yapmak istediği Topçu Kışlası’nı protesto eden ve “ağaca sarılan” insanların sayısı, İstanbulluların verdiği yoğun destekle her geçen saat artmaya başladı. Ancak 31 Mayıs sabahı polisin sert saldırısıyla uyanan park sakinleri, geri çekilmek yerine direnmeyi seçince Türkiye tarihinin en yüz akı günleri başladı. “Ömrümüzün en güzel Haziran’ı”…

Direniş kısa bir sürede İstanbul sınırlarını aştı ve tüm ülkeye yayıldı. Bir “çevre hareketi” ve “kent hakkı mücadelesi” olarak başlayan eylemler, ülkedeki genel adaletsizliğe karşı dev bir isyan hâlini aldı. Polisin, hükümetin, devletin olanca gaddarlığıyla müdahale ettiği bu direniş esnasında Ali İsmail Korkmaz, Berkin Elvan, Ethem Sarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Medeni Yıldırım, Hasan Ferit Gedik ve Ahmet Atakan başta olmak üzere en az sekiz yurttaş öldürüldü, sayısız insan ise yaralandı.

Bugün hâlâ var olan Gezi Parkı’na can veren, nefes veren insanların orada kurdukları kütüphaneler, revirler, forumlar, gıda paylaşım noktaları bir “komün” deneyiminin bu topraklardaki önemli işaretlerinden biri olacaktı. Bugün hâlâ var olan hükümet, Gezi Direnişi’ni bir “darbe girişimi” olarak yaftalıyor ve bunu, bir başka “darbe girişimini” gerçekleştiren FETÖ’den bile daha büyük bir korku ile anıyor. Çünkü Gezi, bu topraklardaki en geniş mutabakat üzerinde yükselmiş toplumsal bir mücadeleydi.

O zaman hatırlayalım: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!”

28 MAYIS

Yirminci yüzyıl Türk pop müziğinin en önemli söz yazarlarından birini o lanet hastalığa, kansere kurban verdik 28 Mayıs 1983 günü… Çiğdem Talu, hayatımızı ve hafızamızı hiç terk etmeyen muazzam sözleriyle ve Melih Kibar’ı anarken yaptığımız gibi onları yine birbirlerine emanet ettiğimiz ahenkleriyle yaşamaya devam ediyor. (Lar.) Nasıl mı? Anlatmaya çalışalım:

“Hani eski bir resme bakarken

Hani yılları sayar da insan

Hani gözleri dolar ya birden

İşte öyle bir şey…”

Hemen anladınız di mi?

*

Bir şarkı bir şiirle, bir şiir bir şarkıyla, söz melodiyle, müzik hayatla, hayat edebiyatla harmanlanır durur elbette… Böyle şeyler olur ve insan kendi kendine konuşur durur:

“Bin dokuz yüz on iki miydi, bin dokuz yüz elli iki miydi

Güneşli bir öğle miydi, çiçekler gölgesiz miydi

Ellerim kirli miydi

Neydi

Çiçeklere su mu serpiyordum, bir karanfil çok mu uzaklardan gelmişti”

Edip Cansever niye bugün gitmişti? Çiğdem Talu’ya mı dertlenmişti?

Türkçe şarkı sözünün ve Türkçe şiirin iki zirvesini saygıyla anıyoruz…

29 MAYIS

Fatih tarafından tam da bugün, 1453’te Roma İmparatorluğu’nun elinden alınan kentin yazgısı ve sureti o gün mü değişti dersiniz? Yoksa İstanbul, daha karakterli bir kent hâline gelmek için başka birini mi bekleyecekti? Sözgelimi, yine aynı gün ama 1489’da Kayseri Ağırnas’ta doğan birini? Olabilir mi?

Bugün Osmanlı ve dünya mimarlık tarihinin en büyük isimlerinden biri olan Sinan’ın doğum günü… Türk ya da Ermeni olduğu söylentileri var, ilgilenmiyoruz. Estetik açıdan büyük bir katkı sunduğu coğrafyada, isminin daha fazla anılarak onurlandırılmadığı yönünde tartışmalar var, katılmıyoruz. Sadece büyük camiler yapan bir mimar değil; aynı zamanda bir şehir planlamacısı, bir mühendis ve çağının çok ötesinde bir usta olan Mimar Sinan’ın, bugün ortaya çıkan garabette adı ne kadar anılmasa iyidir, diyoruz.

Doğum gününü kutlarken minnet ve saygı doluyuz… Çok yaşasın!

30 MAYIS

Arkadaşlar, hem bu hafta hem de öncekilerde gördüğünüz ve sonrakilerde de göreceğiniz gibi her taraf “link” dolu. Okursunuz, okuyorsunuz diye umuyoruz, üşenirsiniz diye burayı laflarla laflarla dolduruyoruz. Ama bu haftanın son gününü şöyle kapatıyoruz: Çok yorgunuz!

Bugün doğan “anarşik” Bakunin’e “hepi börtdey” diyor, “aydınlanma şeysi” Voltaire’in ışıklar içinde uyumasını temenni ediyoruz…

Siz bizi biliyorsunuz, biz sizi biliyoruz. Şimdi biz gidiyoruz… Bakalım gerçekten okuyor musunuz? Sorucaz hep bunları sorucaz!

Güzel bir hafta diliyoruz…

Bu Hafta’yı Emre Dursun hazırladı…

Benzer İçerikler

spot_img

Son İçerikler

spot_img