Yaşayanlar, yaşananlar ve iz bırakanlarla 26 Nisan’dan 2 Mayıs’a bu hafta…
26 NİSAN
Dil hem duygu hem de düşünce dünyamızda ne kadar belirleyici oluyor diye kafa yormaya başladığımızda aklımıza gelecek ilk isimlerden biri olabilir o. Felsefenin kemiğini sadece dil konusunda değil, paralel olarak zihin ve mantık noktalarında da kırmıştır.
Kişisel yolculuğunun başlarında “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” diye net bir çizgi çeken Ludwig Wittgenstein, 1889 yılında bugün dünyaya adım atmıştır.
Ona göre başlarda dünya olguların toplamıdır ve en çok da dil, bu olguları temsil eder. Sonra dilin sınırları biraz muğlaklaşmaya ve anlam daha ağır basmaya başlar. Bu dünya, daha esnektir çünkü artık Wittgenstein da daha esnektir. “Dil, hoş bir yalancıdır,” der ve dilin, dünyada olan bitenleri anlamlandırmak için herkes tarafından farklı bir şekilde kullanılabilecek bir şey olduğu düşüncesini benimser.
Büyük dalgalanmalar ve gelgitlerle örülü felsefi yaşamının ve kişisel ömrünün sonuna doğru kafası iyice karışacak, yalnızca görüşlerini değil kendisini de reddeden bir noktaya gelecektir. Doğum gününde onu en “anlamlı” ve en düşündürücü sözlerinden biriyle yâd edelim: “Yazarken bazen elimi izlerim hayretle, meğer neler biliyormuş elim…”
27 NİSAN
Wittgenstein’ın felsefi arayışlarından, yaptıkları fiziksel yolculuklarda çoğunlukla ruhsal arayışlara da yönelen karakterleri hem görsel bir şölen hem de şiirsel ve derin anlatılarıyla sunan eşsiz bir yönetmenin dünyasına geçeceğiz ve bu hafta sıklıkla olacağı gibi, komşunun bahçesinden yükselecek melodi…
Yunan, Avrupa ve dünya sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olan Theo Angelopoulos, 27 Nisan 1935’te Atina’da doğmuştu.
Yunanistan’ın politik tarihini, özellikle iç savaş, göç ve diktatörlük dönemlerini işlediği filmlerinde tarihsel olayların bireylerin kaderini belirlemesi dikkat çeker: Kişisel olanla toplumsal olan iç içe geçer. Karakterleri genelde içsel yolculuklar yapan, geçmişle hesaplaşan, yalnız ya da kayıp hisseden figürlerdir. Yaşadıklarıyla, maruz kaldıklarıyla şekillenmiş kişiler… Hepimiz gibi.
Hepimiz gibi olan insanları anlatırken bile öylesine büyülü, şiirsel ve derin anlatımlar kurar ki, bir filmi bir film olarak izlemenin tadına son noktasına kadar varırız onun sinemasında.
Yunan müziğinin büyük bestecisi Eleni Karaindrou‘nun melodileriyle tam anlamıyla bir başyapıt haline gelen filmlerin yaratıcısı Angelopoulos’u, 2012 yılında trajik bir trafik kazası sonucu yitirmiştik. Bugün, bu dünyaya ayak basmasını kutluyoruz.
*
Bu topraklara eşsiz melodiler sunan bir diğer konuğumuz ise, Münir Nurettin Selçuk.
27 Nisan 1981 günü, doğduğu ve tutkunu olduğu şehirde, İstanbul’da hayatını kaybeden Selçuk, klasik Türk müziğini modernleştirirken halkla da buluşturan bir isim olarak bilinmektedir. Osmanlı-Türk musikisinin yerleşik formlarına ve makamlarına sadık kalmakla birlikte, Batı müziğinin çok sesli ve teknik yaklaşımlarını da kullanarak müziğe yeni bir boyut getirmiş ve bu anlamda oldukça derin izler bırakmıştır. Kendisinden önce çeşitli meclislerde ve daha ziyade toplu olarak icra edilen müziğe solo icrayı kazandırmış ve böylece halkın da “konser” etkinliğiyle tanışmasını sağlamıştır.
Sesinin rengi, vurgu ve nağmeleri nedeniyle yorumculuğu ile de öne çıkan sanatçı, yine de en çok bestekâr yönüyle anılmaktadır. Çok önemli şairlerin eserlerinden bestelediği şarkılarla edebiyat ile müziği buluşturmuş, hüzün, aşk ve zamanın geçişi gibi temaları sıklıkla işlemiştir.
“Sessiz Gemi”, “Kalamış”, “Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın”, “Rindlerin Akşamı” ve “Aziz İstanbul” başta olmak üzere sayısız eserin besteci ve icracısı olan Münir Nurettin Selçuk’u saygıyla anıyoruz.
28 NİSAN
Her ne kadar Türkçe açısından hatalı da olsa, bir başka şarkıdan hafızamıza kazınmış şu dizelerle devam edelim:
“Bu dünya ne sana ne de bana kalmaz
Sultan Süleyman’a kalmadı böyle
Hiçbir kitap yazmaz…”
Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamanın ışıklı ve karanlık yanları var. Kimi bundan sanat gibi bir hayat çıkarırken kimi de hayatlar tüketen bir bencillik ve zulüm yaratabiliyor. Hele de kendilerinin, iktidarlarının geçmeyeceğine inanarak hükmeden diktatörler…Faşizmin kurucusu Benito Mussolini tam da onlardan biriydi.
Yola “sosyalist” çıktıysa da, ortalama bir faşist olarak sınıf kavramını pek kavrayamamış ve soluğu “devrimci milliyetçilik” dediği bir garabette almıştı. “Faşist” derken, kelimenin tam anlamıyla faşist birinden, bugün bir ideoloji değil suç olarak kabul edilen bu sisteme adını veren, onu yerleştiren ve tüm dünyanın başına musallat eden birinden bahsediyoruz.
1919’da disiplinli, militarist ve milliyetçi “Faşist Mücadele Birliklerini” kuran Mussolini, üç yıl sonra “Roma’ya Yürüyüş” adını verdiği bir güç gösterisiyle kralı etki altına alarak başbakan oldu. Bundan üç yıl sonra ise tam anlamıyla bir diktatör haline geldi. İlk işe basın özgürlüğünü yok etmekle başladı, muhalefeti susturdu ve tek parti sistemini kurdu. “Duce” unvanını alan Mussolini’nin en meşhur sloganı, “Her şey devlet için, hiçbir şey devlet dışında değildir” idi.
Kurduğu sistem, İkinci Dünya Savaşı’nda birlikte hareket ettiği Hitler’in kurduğu Nazi rejimi başta olmak üzere birçok otoriter sisteme ilham verdi. Tam yirmi yıl boyunca “tek adam” olarak iktidarda kaldı. Savaşın sonlarına doğru devrildiğinde, azgın dikta iştahından vazgeçmeyerek saçma sapan bir kukla devlet kurmaya yeltendi: Salo Cumhuriyeti.
1945 yılında İtalya’dan kaçmaya çalışırken partizanlar tarafından yakalandı ve sevgilisi Clara Petacci ile birlikte 28 Nisan günü kurşuna dizildi. Hiç bitmeyecek sandığı iktidarının sonunda, teşhir edildiği Milano’da halkın tekmelediği bir cesetten başka bir şey değildi.
*
Sonları herkesten beter de olsa, zalimlerin bizden aldıklarını hatırladıkça içimiz soğumuyor bir türlü…
Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edildiği günün bitmesini beklemeden İstanbul Üniversitesi’nde ayaklanan gençlerin ellerinde yalnızca taşıdıkları pankartlar değil, tam 65 yıl önce aynı yerde ayaklanan yaşça büyük yoldaşlarının anısını da yükseliyordu. O anıya, o tarihe, o geleneğe öyle kendiliğinden ve öyle kendilerine özgü bir cesaretle sahip çıktılar ki, düştüğü yerde yeniden doğruldu Turan Emeksiz. Her şey aslına rücu ediyor tabii!
Tıpkı bugünkü gibi, bugünkülerin mirasçısı olduğunu iddia ettikleri Demokrat Parti iktidarı da her türlü demokratik hakkı kısıtlayan bir anlayışla hüküm sürüyordu. Basın özgürlüğünü sınırlayan Tahkikat Komisyonu’nun kurulması, iktidara karşı yükselen tepkileri iyice arttırmıştı. 28 Nisan 1960 günü İstanbul Üniversitesi’nde büyük bir eylem gerçekleştirildi. Polisin, abluka aldığı gençlerin üzerine ateş açması da gecikmedi. Başından vurulan Turan Emeksiz, hayatını kaybetti. Onu bir “demokrasi şehidi” olarak sahiplenen 1968 gençliği, aynı demokrasi mücadelesi için çok daha fazla kayıplar verecekti.
Polis tarafından katledilen Turan Emeksiz’i anıyoruz.
29 NİSAN
Kimileri duracakları yeri, kimileri kendilerini arayıp durdular. Durdukları yerde ya da yolculuklarda. Kalarak ya da giderek… Gidenlerin hafızasında çoğunlukla aynı imzanın dizeleleri yankılandı:
“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın
Bu şehir arkandan gelecektir.”
Yunan şiirinin melankolik ve lirik olduğu kadar epik de olan devi Konstantinos Kavafis, 29 Nisan 1933’te taşındı dünyadan. Derdi günü, zamandı. Zamanın aşındırı gücü. Bunu hem bireysel hem de toplumsal eserlerinde işlerken zaferler, aşklar, şehirler, bedenler hep bir “geçmiş” olarak verildi.
Yaşarken şiirlerinin birçoğunu yayınlamadı, onları kendi el yazısıyla dostlarına armağan etti. Bugün şiirlerini okuyabiliyorsak, bunu dostlarının ağzında bakla ıslanmamasına borçluyuz, teşekkür ediyoruz.
Yalnızca Yunan şiirine ve edebiyatına değil, dünyanın birçok yerinde, birçok sanatçıya ilham veren Kavafis, antik karakterleri, olayları ve atmosferleri bugünkü insanlık halleriyle harmanlayarak yazmayı seçmişti. “Barbarları Beklerken” şiirinde, beklenen bir tehdit karşısında bir toplumun çözülmesini anlatır ama aslında içsel boşluğu da işaret eder. Barbarları bekleyenler, onların gelmemesiyle derin bir umutsuzluğa kapılır:
“Çünkü hava karardı, barbarlar gelmedi
Ve sınır boyundan dönen habercilere göre,
Barbarlar diye kimseler yokmuş artık.
Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.”
(Konstantinos Kavafis, “Barbarları Beklerken” – Çeviri: Cevat Çapan)
30 NİSAN
Kahrolsun “bağzı” barbarlar!
“Süngüyle her şeyi yapabilirsin ama üzerine oturamazsın,” diyen Napolyon, kendisi de bu söylediğinden ders çıkarmış değildi. Ama konumuz Napolyon değil, geçtiğimiz hafta doğum gününe lanet ettiğimiz Hitler…
29 Nisan 1945’te, gizlendiği odada 1929’dan beri hayatında olan sevgilisi Eva Braun ile evlenen Adolf Hitler, ertesi gün hayat arkadaşına başka bir teklifte bulunacaktı. Öyle ya, onun gibi bir karakter kimseye tam olarak güvenemez ve hiçbir şeyi de şansa bırakamazdı. Bu yüzden, siyanürü önce Braun’un içmesi, Hitler sağlıksızlığında biri için daha sağlıklıydı. Öyle de oldu: Önce Eva Braun, sonra Adolf Hitler siyanür içerek kendilerini zehirlediler. Hitler bununla da yetinmeyip işini daha da garantiye aldı ve kendi şakağına bir de kurşun sıktı.
Hiç bitmeyecek sandığı iktidarının sonunda alelade bir cesetten başka bir şey olmayacaktı.
*
Bu yılın henüz başında veda ettiğimiz, Türk edebiyatının en özgün ve üretken kalemlerinden biri olan Selim İleri’nin doğum günü bugün…
Dile gösterdiği özen, nostaljiyle hüzün arasında salınan ve bireysel kırılganlıkları zarafetle işleyen İleri, roman, öykü ve deneme türlerinde eserler vermekle birlikte, tiyatro oyunları ve senaryolar da kaleme almış, imzasını attığı her alanın en önemli ödülleriyle taçlanmıştı. Uzun yıllar gazete ve dergilerde yazmasının yanı sıra, büyük bir “edebiyat arşivcisi” olarak da tanınmaktaydı. O da, yazdığı kitapların boyu kendi boyunu fersah fersah aşan ama yazdığı kitaplar ve kullandığı dil kadar zarif kişiliğiyle de anılacak değerli sanatçılarımızdandır.
İyi ki doğdu, iyi ki yazdı…
1 MAYIS
Münir Nurettin Selçuk’un kendisi gibi müzisyen olan değerli oğlu Timur Selçuk bir gün piyanonun başına oturdu ve tıpkı babası gibi, bir şiir besteledi: “Türkiye İşçi Sınıfına Selâm!”
Şöyle diyordu Nâzım bu şiirinde:
“Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!
Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri.
Türkiye işçi sınıfına selâm!
Meydanlarda hasretimizi haykıranlara,
toprağa, kitaba, işe hasretimizi,
hasretimizi, ayyıldızı esir bayrağımıza.
Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm!
Paranın padişahlığını,
karanlığını yobazın
ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!
Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!”
Bugün, 1 Mayıs: İşçinin, emekçinin bayramı…
Kendilerinden grev beklenirken grev kırıcı gibi hareket eden tuhaf sendikalar her ne kadar hasretimizi yanlış meydanlarda haykırsalar da tarih boyu emeğin en yüce değer olduğunu bilen ve sınıf savaşını tereddütsüz sürdüren işçilerin alın teriyle eriyip gidecektir bütün saltanatlar, barbarlıklar ve dalkavukluklar…
Bütün dünya emekçilerinin günü kutlu olsun!
Yaşasın 1 Mayıs!
*
Komşu hiç durur mu, hemen ses vermiş bu sese: Yaşasın 1 Mayıs, yaşasın Yannis Ritsos! Yaşıyor da…
1 Mayıs 1909’da doğdu, Yunanistan’ın en üretken ve politik şairlerinden biri olan Ritsos. Edebiyattan evvel politika vardı. Ağır yoksulluk ve hastalıklarla geçen, çok erken ve büyük trajediler yaşayan şair, genç yaşlarda Komünist Parti’ye girerek örgütlü mücadeleye katıldı. 1936’da, Metaksas diktasına karşı yazdığı “Epitaphios” (Ağıt) adlı şiiri, halkın öfkesini yansıtan bir manifestoya dönüşünce Atina meydanında yakıldı.
İkinci Dünya Savaşı esnasında direniş hareketlerine katıldı, iç savaş sonrası ve Albaylar Cuntası döneminde defalarca tutuklanıp sürgün edildi ama kalemini elinden hiç bırakmadı. Mitolojiye Kavafis’ten de fazla düşkün, melankoliye Kavafis ve Selim İleri kadar yatkındı. Ancak o, içe dönüklüğün duvarlarını umudu, direnci, mücadeleyi kucaklayarak yıkmıştı. Halkı, işçiyi, kadını, yaşlıyı el üstünde tuttu ama bu asla sloganlaştırmadı.
Aynı denizin çocukları olarak Nâzım’la güzel bir dostluk kurmuş, aynı dünyanın insanlarını birleştirmek için hem edebi hem de siyasi bir mücadele vermişlerdi.
Onlara da selâm!
2 MAYIS
Ne demişti Karl Marx: “Dünyanın bütün işçileri, birleşin.”
O halde, 2 Mayıs 2020’de hayatını kaybeden Justa Barrios’u anmadan geçmeyelim:
Amazon, Google ve benzeri teknoloji şirketlerinde çalışan siyah, trans ve göçmen kadınlar tarafından bir kampanya başlatılmıştı: “Ain’t I A Woman?” Adını, 1851’de Sojourner Truth’un yaptığı tarihi feminist ve anti kölelik konuşmasından alan bu kampanya, dijital ekonominin arkasında görünmeyen emeği ve bu emeğin sömürülmesini görünür kılmayı amaçlıyordu. Teknoloji devlerinde çalışan kadın işçilerin (özellikle temizlik ve güvenlik görevlisi ya da diğer destek hizmetler) maruz kaldığı düşük ücret, sendikasız ve güvencesiz çalışma, ırkçılık ve cinsiyet ayrımcılığı, sağlık güvencesizliği gibi sorunlara dikkat çeken bu hareketin simgelerinden biri, Justa Barrios adlı, Amazon tesislerinde temizlik hizmeti veren taşeron bir şirketin göçmen kadın işçisiydi.
“Ain’t I A Woman?” kampanyasına katılmasından kısa bir süre sonra Covid19 nedeniyle hayatını kaybeden Barrios, bu hareketin daha fazla duyulmasına, yayılmasına sebep olmuş ve sömürünün doğrudan hayatlara mâl olduğuna dair güçlü bir mesaj vermişti.
Onu ve emeğini saygıyla anıyoruz!
“Bu Hafta” yı Emre Dursun hazırladı…