Yaşayanlar, yaşananlar, iz bırakanlarla Bu Hafta…
26 TEMMUZ
“Bizim Aile”, “Neşeli Günler”, “Gülen Gözler”, “Mavi Boncuk” dendiğinde aklınıza ne geliyor? Bugün hâlâ bir yerde denk geldiğimizde kapatmaya kıyamayıp izlediğimiz, bazan özellikle aşerip en baştan ve sanki ilk kezmiş gibi seyrettiğimiz bu filmlerin bazı ortak oyuncuları var: Hepsinde oynayan Münir Özkul ve Adile Naşit, biri hariç tüm yapımlarda yer alan ve her birinde yarattıkları karakterlerle yüzümüzü daha da güldüren Ayşen Gruda, Halit Akçatepe ya da Şener Şen. “Bizim Aile” Ergin Orbey, “Neşeli Günler” Orhan Aksoy tarafından yönetilmişti, diğer ikisinin yönetmeni aynı: Ertem Eğilmez. Dahası, filmlerin hepsinde aynı yapımcının imzası var: Nahit Ataman.
Sizin için en unutulmaz, en önemli olan hangisi? Film olarak, oyuncu olarak ya da yönetmen olarak? İnanın, sayılan isimlerden hangisine sorsanız, dünya üzerindeki hemen her oyuncu, yönetmen ve yapımcıdan alacağınız cevabı alırdınız: “En önemlisi, senaryodur.” O halde buyrun, bu dört filmin ve aralarında çok iyi bildiğiniz başka örneklerin de olduğu (hele de “Canım Kardeşim”) yaklaşık 200 filmin senaristi, büyük usta Sadık Şendil’i ölüm yıldönümünde sevgiyle anarak ve alkışlayarak başlayalım bu haftaya: Merhaba!
*
Yazdığı onca senaryo içerisinde elbette yalnızca komedi yoktu ama en çok da orada yeteneği arşa değiyordu Sadık Şendil’in… ve ülkemizde güldürü denince, bir başka sanatın öncülerinden biri de Şendil’den 18 yıl sonra ama aynı gün veda etmişti dünyaya: Efsane “Gırgır” dergisinin kurucusu, karikatürist Oğuz Aral.
Onun, bir gazete sayfasından taşarak önce bir dergi, sonra da ekol hâlini alan bu görkemli gösterisinden, dünün ve bugünün birçok mizah dergisi ve çizeri doğdu. “Mizah, halkın dilidir,” diyen Aral kuru kuruya bir güldürü peşinde olmadı hiçbir zaman. Hem kendisi hem de dergisi otoriteyi, güç zehirlenmesini, görgüsüzlüğü, yandaşlığı, çıkarcılığı, dönekliği öylesine çarpıcı bir şekilde resmetti ki, “gülerken düşündürme” klişesinin en muazzam örnekleri çıktı ortaya. Sınıfsal adaletsizliklerden sansüre, yolsuzluktan bürokratik ve siyasi kirlenmeye kadar her şeyi gündeme taşıyan ve eleştiren Aral’ın Gırgır’ı, 70’lerin sonunda sadece Türkiye’nin değil dünyanın en çok satan mizah dergilerinden biri olmuştu. Elbette, 12 Eylül Darbesi’nin ardından yasaklanan ilk yayındı.
Saygıyla anıyoruz Oğuz Aral’ı…
27 TEMMUZ
“Puşkin’den sonra gelen en büyük Rus şairi” deniyordu onun için. Üstelik kendisi de büyük bir Puşkin hayranıydı ve hatta onun bir düello sonucu ölümünden sonra yazdığı “Şairin Ölümü” şiiri nedeniyle, Çarlık rejimi tarafından sürgünle cezalandırılmıştı. Sonunda o da Puşkin gibi bir düello sonucu, 27 Temmuz 1841’de dünyadan ayrıldı: Karşınızda, Mihail Yuryeviç Lermontov.
Şairliğinin bunca üst düzey olmasının, tiyatro oyunları yazmasının yanı sıra yazdığı bir tek romanla da tüm dünyada tanınmıştı Lermontov. Üstelik bu romanda “kahraman” olarak tanımladığı öyle bir karakter yarattı ki, ortalık yine birbirine girdi. “Peçorin” adlı bu manyak “kahramanımızın” şu iki gıdımlık dünyada tek gailesi, etrafındaki bütün kadınları kendine aşık etmekti. Bunu yapıyor ama kendisi asla aşık olmuyordu. Olmuyor mu, olamıyor mu, kendisi de bilmiyordu. “Zamanımızın kahramanı” her şeyden evvel kendi içinde, kendi benliğinde, kendi bilincinde kaybolmuştu. Tam anlamıyla şuursuz değildi, evet, üstelik kendiyle yüzleşmekten de kaçınmıyordu ama kendinde, kendiliğinden var olan bir duvarı yıkıp da “insan içine” çıkamıyordu. Ama Peçorin’i tam da Lermontov’un tariflediği üzere “zamanının kahramanı” olarak okuyanlar, onda, onun kendinde bulduğundan da fazlasını bulabiliyordu. Bu roman Peçorin’i savunmayı değil, onu ve çağdaşlarını derinlemesine anla(t)mayı amaçlıyordu.
28 TEMMUZ
Bir kahraman (bir hikâye), öylesine güçlüdür ki bazan, hakikate galebe çalabilir göstere göstere. Fransız şair Cyrano de Bergerac, 1655 yılında bugün öldüğünde, yeryüzünde pek de tanınmıyordu. Çok kısıtlı bir çevre onu soylu ailesinden ötürü biliyor, edebiyat çevresi ise uçuk karakterinden ve özgün dilinden ötürü takdir ediyordu ama yazdıklarıyla çok da elden ele, dilden dile dolaşan bir şair değildi. “Ay’a Yolculuk” ve “Güneş’e Yolculuk” gibi eserler de yazmış ve bunlar bilimkurgunun erken dönem örnekleri olarak anılmıştı.
“Asıl” Bergerac ise, ölümünden 250 yıl sonra doğacak ve bütün dünyada ismiyle, cismiyle, bilhassa burnuyla nam salacaktı. Bunun müsebbibi, Cyrano’nun yurttaşı ve meslektaşı olan bir başka şair ve oyun yazarı Edmond Rostand’dı.
“Cyrano de Bergerac” oyununda kahramanımız hiç kimseye boyun eğmeyen, değerlerine canı pahasına bağlı, kendini güçlü şekilde ifade edebilen ama konu aşka geldiğinde, bütün dünyayla olduğu kadar sevdiği kadınla da arasında bir set gibi duran koca burnu sebebiyle geride duran bir adamdı. Ama hem kendisinin de alay ettiği, hem eğlenceli bir silaha dönüştürdüğü hem de bir biçimde fiziksel ve ruhsal trajedisine dönüşen burnu, onun dikine gitmekten asla alıkoymadı onu.
Her iki Cyrano’yu ve Rostand’ı anarken, oyunun ünlü tiradını olağanüstü seslendiren Rüştü Asyalı’nın da kulaklarını çınlatalım: “İstemem Eksik Olsun”.
*
Bugün ayrıca, Johann Sebastian Bach’ın ölüm yıldönümü ama bizi yarında “Yunanistan’ın Beethoven’ı” bekliyor asıl… Oraya uzanalım:
29 TEMMUZ
Tam 100 yıl önce, Sakız Adası’nda, doğduğu coğrafyanın bütün renklerini, kokusunu, tadını, tuzunu taşımakla birlikte iflah olmaz bir yeryüzü insanı ve yeryüzü çalgıcısı adım attı dünyaya: Mikis Theodorakis.
Hayatına en az müzik kadar erken giren özgürlük tutkusu, onu genç yaşlarından itibaren devrimci mücadelenin ön saflarına taşıdı. Nazilere karşı direnişe katılan ve Yunan İç Savaşı esnasında önderlik ettiği isyan hareketleri nedeniyle defalarca tutuklanan, sürgün edilen, işkencelere maruz kalan hatta iki kez diri diri gömüldüğü halde kurtulan Theodorakis, mücadeleyi hiç bırakmadı.
Yıllar boyu sürgünde olduğu Paris’ten daha da büyük bir müzisyen olarak döndüğü halde, ayağının tozuyla Yunanistan’da örgütlü mücadeleyi yeniden ateşleyen sanatçı bu kez de Albaylar Cuntası tarafından hedefe konuldu. Önce şarkıları yasaklandı, sonra tutuklanıp toplama kampına gönderildi ve nihayet yine sürgün edildi. Artık onun direniş manifestosunu daha da güçlü bir şekilde yükseltip, Yunanistan’daki faşist iktidarı teşhir edeceği yer şarkıları ve konserleriydi. “Müzik, silahımdır,” demişti.
Tutarlı ve tutkulu bir enternasyonalist olarak yalnızca kendi ülkesindeki baskılara değil, tüm dünyadaki zalimlere ve zulümlere karşı elini ve gövdesini taşın altına koymuş, sesini hem sloganları ve düşünceleri hem de eşsiz şarkılarıyla yükseltmiş olan ustanın, şiir tutkusu da özgürlük tutkusundan geri kalmıyordu. Büyük bir Nâzım Hikmet hayranı da olan Theodorakis, direniş şairleri Yannis Ritsos, Neruda ve Lorca’yı da başucundan ve yapıtından eksik etmiyordu.
Onu dört yıl önce uğurladık dünyadan ama gökyüzü onun hem sesini hem rengini, hem de o gürül gürül direncini taşıyor hâlâ. Bir “Sirtaki”yi hepimiz hak ediyoruz, onun 100. yaşında: Χρόνια Πολλά Μίκη! (İyi ki doğdun Mikis!)
*
Ne dersek diyelim ne kadar iç geçirirsek geçirelim, onca kaygıya ve sızlanmaya karşın bunca bağlandığımız hayata, bilhassa iki damardan pompalanıyor tükenmez kan: Doğa ve sanat. İnsana ve onun kendisine tebelleş olmuş kem iştahına, pespayeliğine, hoyratlığına rağmen önce kendini, sonra yine insanı ve bağrında taşıdığı bütün canlıları yenilemeyi, dönüştürüp güzelleştirmeyi başaran doğanın cömertliği sayesinde hâlâ buradayız! Ve kendileri çoğu zaman acılar içinde kıvranırken, en sevilmedik, en anlaşılmadık, en umulmadık halleriyle yaratmayı sürdüren ve ekseriyetle yoksul, soğuk, küçük, basık, karanlık odalarından ışıklı, devesa, rengârenk dünyalar yaratan sanatçılar ve onların yapıtları sayesinde hâlâ buradayız.
En coşkun sarıları, en delişmen mavileri, en meyveli ağaçları, şık şıkıdım papatyaları, sarmaş dolaş dolunayları, içimize içimize uzanan yakamozları, sonunda da elleriyle kestiği bir kulağı hayatımızın tam ortasına fırlatıp gittiğinde sadece 37 yaşındaydı. Fırçası belki de 1000. İnim inim inlediği, nöbetlerde kıvrandığı kovuğundan saçtığı ışıklı renklerle gözlerimizi kamaştırdı.
Ayçiçeklerine dolanasıca, yıldızlara sarılasıca, iki ve dahi iki yüz yirmi iki cihanda girdaplara kapılasıca Van Gogh’u 135 yıl önce uğurladı dünya. Bir başak tarlasından koşarak gelse şaşırmayız ama… Deli mi ne!
30 TEMMUZ
Sanat(çılar) bizi yalnızca hayata daha çok bağlayıp orada tutmuyor… Hayatı, anlamını ve anlamsızlığını, kendimizi ve ötekini daha iyi anlamamıza da olanak sağlıyorlar, eğer pencerelerimiz açıksa.
İçerideki dev buhrana bakılacak olursa, onun penceresi pek açık sayılmazdı ama kendisi gidince, sinemanın en büyük pencerelerinden biri kapandı.
Ingmar Bergman, sanat yolculuğuna tiyatroyla başlamıştı ama vurgunu olduğu “insan yüzü” ya da maskesi ve ötesinin sinemada daha görkemli parlayacağına inanmıştı. Bunu yaparken aslında tiyatrodan hiç uzaklaşmadı ve rahatsızlık vereceğini de hiç saklamadı. “Estetik bir hazla tüketilecek eserler” peşinde değildi, özellikle huzursuz etmek hatta sarsmak istiyordu. Sarstığı ve hatta deştiği, en başta kendisiydi elbette. Bütün büyük sanatçılar gibi… Işık oradan taşıyordu dışarı ve yaşam da oradan sızıyordu içeri çünkü “sığınağı yeterince sağlam değildi”.
“Umarım asla dindar olacak kadar yaşlanmam,” diyen Bergman, 89 yaşındayken yine tanrıyla didişe didişe gitti. Travmaları ve filmleri kaldı yadigâr…
31 TEMMUZ
“Küçük Prens’in yeryüzünde göründüğü ve kaybolduğu yerdir burası.
Bu resmi iyice inceleyin ki bir gün yolunuz Afrika’ya, çöle düşerse orayı tanıyabilesiniz. Yolculuğunuzda bu noktaya gelince n’olur acele etmeyin. Bir süre yıldızın tam altında bekleyin. Karşınıza bir çocuk çıkıyorsa, gülüyorsa, altın saçları varsa, sorulara karşılık vermiyorsa, biliniz ki odur. O zaman n’olur yüreğime su serpin. Haber salın, geri döndüğünü bildirin bana.”
(“Küçük Prens”, Can Yayınları, Çev: Cemal Süreya & Tomris Uyar)
Hikâyenin anlatıcısı olan pilot emin değilse de ümidi vardı. O, Küçük Prens’in gezegenine döndüğüne inananlardandı. Emin olduğu şey ise şuydu: “Büyükler bunu anlayamazlardı.” Yetişkinlerin aklına gelecek ilk şey, ölüm mü olacaktı?
Küçük Prens, şanslı. O, dünyanın en görkemli edebi kahramanlarından biri olduğu için, okuyan insan sayısı kadar çok senaryo bekliyor onu. Peki ya bizim pilot? Pek sevgili yazarımız Antoine de Saint-Exupery nerede?
Edebiyat tarihinin en sevgi dolu ve insancıl hikâyelerinden birini yazmış olan yazar, bir savaş pilotuydu. İkinci Dünya Savaşı’nın o amansız şiddetiyle örülü günlerinde yazarak tutunduğu bir barış hayali gibiydi sanki onun için, Küçük Prens. Ve sonunda anlattığı hikâye kendi hikâyesi oldu ve Exupery, 31 Temmuz 1944 günü uçağıyla birlikte kayboldu.
Uçağın aslında vurulduğu 2000 yılında bulunan kalıntılarından sonra dillendirilmeye başlandı ama ondan önceki 56 yıl boyunca yazarı da tıpkı Küçük Prens gibi büyülü bir muammanın içerisinde deviniyordu. Enkazın, Exupery’nin uçağına ait olduğunun tespitinden sekiz yıl sonra, Horst Rippert adlı bir Alman pilot, uçağı bizzat kendisinin düşürdüğünü ileri sürmüştü fakat gelin görün ki, uçak gövdesinde bir tek kurşun izi bile yoktu. Eee?
Eee’si şu: Fırsat bu fırsat, gelin bu kez, hikâyenin anlatıcısının biz yetişkinlere reva gördüğü o kara tahta oturup da kös kös ahkâm kesmeyelim.
Exupery de kendi gezegenine dönmüştür kesin! Herhalde yani!
*
Bu gezegene çok şey katan Genco Erkal’ı geçen sene bugün uğurlamıştık… Onun ışığının zerreleri de sahnelerde uçuşuyor hâlâ: Çok yaşasın!
1 AĞUSTOS
Bu haftanın sonu, yeni bir ayın başlangıcı… İyi mi? Değil!
Çünkü, 2014 yılında bugün yürürlüğe bugün giren İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmanın sonucu, AKP Hükümeti’nin açık iş birliği ile daha da fazla kadının hayatının sonu: Anıt Sayaç.
*
Ölüm yıldönümünde bu sayfalarda sevgiyle andığımız sevgili Arkadaş Zekai Özger, bugün doğdu. Yeniden doğdu. Her gün yeniden doğacak. “Pencereyi kapama!”
*
Cumartesi Anneleri 27 Mayıs 1995 günü ilk kez, o günden iki ay önce kaybedilen ve işkenceyle öldürülmüş bedeni Beykoz ormanlarında bulunan Hasan Ocak’ın katline isyan olarak toplanmışlardı Galatasaray Meydanı’nda. O gün en önde Hasan’ın anası duruyordu. Oğluna, oğullarına, kızlarına, kaybedilen ve katledilen bütün evlâtlara hem sarılıp hem hâlâ siper olarak 30 yıl usanmadan durdu. Eline ayağına kelepçeler vuruldu, o durdu. Yerlerde sürüklendi ama durdu. Sesi soluğu kesildi, gazlara boğuldu, hıçkırığı tükendi ama durdu.
Tükenmez bir evlât hasretiyle, o yorgun bedenini ve yüreğini cellâdın üstüne üstüne sürüyen annemiz Emine Ocak’ın kalbi, geçtiğimiz hafta durdu.
Pencereyi kapa!
Pencereyi kapa ama kapıyı aç!
Cumartesi Anneleri oradalar hâlâ…
Şimdi git, sen dur yanlarında. Boynunun borcudur!
Bu Hafta‘yı Emre Dursun hazırlıyor…