15.1 C
İstanbul

Bu Hafta: 5 Temmuz – 11 Temmuz

Yayınlanma tarihi:

Yaşayanlar, yaşananlar ve iz bırakanlarla Bu Hafta

5 TEMMUZ

“Dünya, insanlık ve bilim tarihinin en görkemli ‘yanılgısı’ nedir?” diye sorulsa, cevabı bellidir: Yerçekimi. Ancak söz konusu bilim olduğu için buna yanılgı değil, cüret diyoruz. Üstelik yüzyıllar boyunca kabul görmüş ve halen büyük bir çoğunluğun öyle sandığı bir adım ve tanımdı bu. Bilimde hiçbir şey afaki bir şekilde konmaz ortaya; kanıtları, açıklaması ve deneyle ispatlanan şaşmaz bir hakikati olmalıdır. Yerçekiminde de böyleydi, uzunca bir süre! Ama dünya, insanlık ve bilim tarihinin en görkemli düellosu da burada yaşandı.

1687 yılının 5 Temmuz’unda Isaac Newton, bugün hâlâ bilim tarihinin en büyük eserlerinden biri olarak kabul edilen “Philosophiae Naturalis Principia Mathematica” adlı eserini yayımladı. Yerçekimi yasası olarak bilinen “evrensel kütleçekim yasası” ilk bakışta kusursuzdu ve ama çok daha önemlisi, başlarken de söylediğimiz gibi bir cüretti. Ta ki Albert Einstein gelip el yükseltene kadar.

Newton demişti ki: “İki cisim arasındaki çekim kuvveti, kütlelerin çarpımıyla doğru, aralarındaki uzaklığın karesiyle ters orantılıdır.” Einstein demişti ki: “Kütleli cisimler, uzay-zamanı büker. Diğer cisimler bu bükülen uzay zamanda düz çizgide gitmeye çalıştıkça ‘çekiliyor gibi görünür.” Newton demişti ki: “Yerçekimi bir kuvvettir.” Einstein demişti ki: “Yerçekimi bir kuvvet değil, uzay-zaman geometrisindeki eğriliktir.”

Bu tür şeyler yaşandı ama her şeye rağmen fizik biliminin en dev adımı, Newton’ın 338 yıl önce bugün yayınlanan o dev eseriyle atıldı. Çok şey borçluyuz…
*
O demişti ki: “Sevda yüklü kervanlar, senin kapından geçer, aşk şarabı içenler senin derdine düşer…” Bu kadar basit! Yok “kütleçekim”, yok “uzay-zaman”, vir vir vir, her şey aşk şarabından düşüyormuş meğer… Ya ne olacağıdı?

1953’te bugün, Müslüm Gürses doğdu.

Kendine özgü ses rengi ve yorum tarzıyla milyonları büyüleyen; bir dönem hayranlarının fanatizmi hayli tartışılan ve hatta sesiyle bilimsel, yarattığı etkiyle ise sosyolojik araştırmalara konu olan Müslüm Gürses, tanındığı ilk günden ölümüne kadar zirveden ve gündemden hiç düşmedi. Onun şarkıları, diğer müzisyenler tarafından sıklıkla yorumlandı ancak ondan dinlemenin tadını alanlar, yine onun sesinde kaldılar.

Geçtiğimiz hafta X platformunda küfürlü bir şekilde ifade edilmiş olsa da “Bir insan evlâdı tarafından yazılmasının imkânsızlığından” dem vurulan ve söz yazarı Şakir Askan’ın “Ben yazdım” cevabıyla dahil olup yüzümüzü güldürdüğü diyalogla yeniden hatırladığımız “Unutamadım (Kaç Kadeh Kırıldı)” başta olmak üzere, “İtirazım Var”, “Hangimiz Sevmedik”, “Tanrı İstemezse” ve Murathan Mungan’ın muazzam sözleri, Sunay Özgür’ün aynı şahanelikteki müziğiyle can bulan “Nilüfer” gibi olağanüstü yorumlara imza atmıştı. Gürses, henüz çocuk denecek yaşlarda bir filmde görüp aşık olduğu aktris Muhterem Nur’la hayatının sonuna kadar evli kalmıştı.

Doğum gününü kutluyoruz.

6 TEMMUZ

Demişti ki: “Toplumlar sadece krallar ve savaşlarla değil, aynı zamanda alışkanlıklar, inançlar, üretim biçimleriyle de şekillenir.”

Fransız tarihçi, önemli bir Orta Çağ uzmanı ama hepsinden önemlisi de Annales Okulu (Ekolü) kurucularından, tarih yazımının seyrini değiştiren, “mikro tarihin” erken kurucularından sayılan Marc Bloch’un doğum günü bugün.

Tarihçiliğin bilimsel bir disiplin olmasında büyük rol oynayan, günümüzde sosyal bilimlerin hemen hepsiyle iç içe geçmiş tarih anlayışının temellerini atan Bloch, aynı zamanda cüretkâr biriydi de… 1940’ta Nazi işgali sırasında akademisyen olarak görev yaptığı üniversiteden uzaklaştırıldı. Bunun üzerine Fransız Direnişi’ne katıldı ancak 1944 yılında Gestapo tarafından yakalandı, 8 Haziran 1944’te ise kurşuna dizildi.

Yalnızca tarihçilik mesleğini seçenler ve diğer sosyal bilimler disiplinlerinde çalışan insanlar için değil, “geçmişle bugün arasında kurulan bir diyaloğun ürünüdür” diye tanımladığı tarihe meraklı herkes için önemli bir isim olan Marc Bloch’un doğum gününü kutluyoruz.

 *

Demişti ki: “Devrimci olmak, yalnızca silah taşımak değildir. Ruhunla, bedeninle, sanatınla da direnebilirsin.” Herhalde, kendisi de öyle yaptığı için böyle demişti Frida Kahlo. Çünkü hayatı da sanatı kadar etkileyici ve dramatik olan bu kadın sadece bir ressam değil, aynı zamanda acının, kimliğin, direnişin ve özgürlüğün de simgesiydi.

Çocukluk ve gençliği büyük hastalık ve kazalarla geçmiş olmasına, uzun süre “yatalak” (bu kelimeyi unutmayın lütfen!) olarak yaşamasına rağmen asla çökmedi hatta aksine öyle bir doğruldu ki yattığı yerde, dünya tarihinin en büyük ressamlarından biri o yataktan çıktı.

Otoportrelerin hayli fazla olduğu resimlerinde, kendi fiziği, hastalıkları ve görüntüsü üzerinden aslında bedenin acılarını, kadınlık kimliğini, kürtajları, aşkı, ihaneti, Meksika kültürünü ve politik inançları anlattı. Meksika Komünist Partisi üyesi, Marksist, Troçkist ve feminist bir bisüseksüel kadın olarak yürüdüğü yolu ve uğradığı durakları resmetmeyi neredeyse bir görev saydı.

6 Temmuz’da doğup, 13 Temmuz’da ölen Frida, doğum ve ölüm yıllarının üstünü kapattığınız zaman görüldüğü gibi sanki sadece bir hafta kalmıştı dünyada: O kadar kısa. 47 yıl yaşadı ama hem tavrı ve tarzı, hem de kişilik ve yeteneğiyle yeryüzüne devasa bir kök saldı.

Madem hâlâ bu denli yaşıyor, bize de “nice yıllara” demek düşüyor!

*

Türk edebiyatında “mizah” dendiğinde akla gelen ilk isim oydu ama düşünce dünyamıza kattıklarıyla da çok derin izler bıraktı. Onda en derin iz bırakan şey ise, 2 Temmuz 1993’te başlıca hedefi olduğu Sivas Katliamı’ydı. O gün orayı ateşe veren katiller, en çok da onun ismini ve dünya görüşünü hedef göstererek başlatmışlardı saldırıyı. Gözlerin dikildiği ilk insan olduğu için, “güvenlik güçleri” de ilk elden onu “kurtarmışlardı” ama nasıl bir kurtarmak? Aziz Nesin o gün, Madımak Oteli’nin pencerelerinden birine dayanan itfaiye merdiveninden yaka paça yuvarlanarak çıkarıldı dışarı.

Onlarca sanatçı dostunu o katliamda yitirdikten sonra kederi hiç azalmadı ve o tarihten sadece iki yıl sonra, 6 Temmuz 1995 günü yaşamını yitirdi.

Demişti ki:

“Öyle bir ağlasam
Öyle bir ağlasam ki çocuklar

Size hiç gözyaşı kalmasa.

Öyle bir aç kalsam
Öyle bir aç kalsam ki çocuklar
Size hiç açlık kalmasa.

Öyle bir ölsem
Öyle bir ölsem ki çocuklar
Size hiç ölüm kalmasa.”

Bu dizelerin ve birçok kült eserin sahibi, Çatalca’da bulunan Nesin Vakfı’nın bahçesine defnedildi. Üzerinde çocuklar koşup oynasınlar ve onlar hep gülsünler diye. Kendisi de hâlâ gülüyordur bu vesileyle. Büyük bir hasret ve sevgiyle anıyoruz.

7 TEMMUZ

Bu hafta bir başka “Marc” ve bir başka ressam daha var konuklarımız arasında. Özgünlük konusunda da altta kalır yanı yoktur üstelik.

1887 yılının 7 Temmuz günü Çarlık Rusyasında dünyaya gelen Marc Chagall, 1917 yılındaki Ekim Devrimi’ne bizzat katıldı ve hatta sonrasında Sovyetler Birliği’nin kültür bakanlığına bağlı çalıştı ama “ateşi” çabuk düştü. Beş yıl sonra Fransadaydı ve artık bir Fransızdı. Ama bir Yahudi olarak, Avrupa’da da Nazizm’in dışlayıcı şiddetiyle karşılaştı. Bu dönemlerde resimlerinde Yahudi kimliğine daha sıkı sarıldıysa da bu duruşu hiçbir zaman antisemitizm karşıtlığından öteye geçmedi. O, yalnızca Yahudilerin değil, dünya üzerindeki tüm azınlıkların haklarına sahip çıkan bir noktada durarak yaşadı ve çizdi.

Sürrealizme yakın eserleri olsa bile, Chagall ve resimleri hiçbir zaman bir akımın içerisinde anılmayacaktı. Hem kendisi de demişti ki: “Gerçeküstücülük mü? Ben her zaman uyanıkken rüya gören biriyim zaten.”

Uçan insanlar ve hayvanlar, baş aşağı evler, kullandığı parlak ve canlı renklerle hep bir masalın içindeymiş gibi hissettiren resimleriyle de barışı, aşkı, hafızayı yücelten eserler bıraktı. Doğum gününü kutluyor ve onun ayaklarını böylesine yerden kesen ilham perisi Bella Rosenfeld’e ayrıca teşekkür ediyoruz.

*

Ölüm mü? Hâlâ hazır değiliz bu bilgiye… O yüzden de, 63. doğum gününde nice yıllar diliyoruz biz Sırrı Süreyya Önder’e… İyi ki doğmuş, iyi ki barış için yorulmuş. Çok yaşasın!

8 TEMMUZ

Ve bu hafta bir başka “Bloch” daha var. Hem en sık(ı) tutunduğumuz hem en kolay yitirdiğimiz şeyi; Marksizmin ütopik bir okumasını yaparak bir gelecek kurgusu ve hayaliyle sarıp sarmalayarak anlatmıştı: “Das Prinzip Hoffnung”. Yani, “Umut İlkesi”.

Bugün 140. yaşını kutladığımız Ernst Bloch, eleştirel ama inançlı, materyalist ama rüyacı yaklaşımıyla “henüz olmamış olana” ses vererek, özgürlükçü bir gelecek düşü kurmayı bırakmamıştı. Çünkü ona göre insan, “kendisi için henüz-olmayandı”. Olmaya yönelmişti ama henüz varamamıştı. “Henüz olmadığı şeyin özlemiydi.” Umuda gelince… Bunu asla pasif bir bekleyiş olarak görmedi, “aktif bir bilinç” olarak düşündü. Çünkü umut eden boşuna beklemiyor, dönüşüm için düşünüyor, hayal kuruyor ve sonunda eyleme geçiyordu. Geçecekti yani. (İnşallah!)

“İnşallah” tabii, çünkü Bloch dinleri ve masalları reddetmiyordu. Aksine, onların içindeki özgürlük ve adalet özlemini ciddiye alıyordu. Ütopyasına uzanan her yolu aynı şekilde ciddiye alıyordu.

Theodor Adorno umuttan çok eleştiriye, sistem çözümlemesine odaklıyken Walter Benjamin yıkıntılar arasında melankolik bir halde mırıldanıyordu. Ernst Bloch ise umut ediyordu. Üçü aynı yerde, birbirlerine temas ederek ve birbirlerini başka bir oyuna çekerek yan yana duruyordu. Kapitalizmi, faşizmi ve totalitarizmi gördükleri yerde üçü de kendi oklarını çıkarıyordu ve üçü de sanatı aynı coşkuyla ama bir politik bilinç aracı olarak kucaklıyordu.

Adorno ve Benjamin burada olsa, onlar da bizim gibi Bloch’un doğum gününü kutluyor olurdu… Hepi börtdey o zaman!

9 TEMMUZ

Acaba Bloch kadar umutlu muydu? Yoksa kendine has bir yüce gönüllülükle mi öyle demişti: “Gracias A La Vida”. Galiba, ikincisi doğru. Çünkü Bloch geleceği bekliyor, ondan 50 yaş daha genç olan Mercedes Sosa ise geçmişe, yaşadıklarına ve bütün bir hayata iyisi ve kötüsüyle teşekkür ediyordu.

Arjantin Halk Müziği’ni önce Latin Amerika ve sonra bütün dünyaya duyuran bu olağanüstü ses, tıpkı Frida’nın söylediği gibi sanatıyla da direnerek bir devrimci olmuştur aynı zamanda. Diktatörlüklere, adaletsizliğe ve yoksulluğa karşı direnişin simgelerinden biri olduğu için, doğduğu ülkede 1976 yılında gerçekleştirilen askeri darbe sonrası yasaklanan ilk isimlerden biri de o olmuştu.

Demişti ki: “Benim şarkılarım zenginler için, sessiz kalanlara ses olsun diyedir.”

Uzun yıllar boyu Fransa ve İspanya’da sürgün hayatı yaşadıktan sonra, 2000’li yıllarda Arjantin resmî makamları tarafından yeniden “onurlandırıldı”. Buna hiç gerek yoktu! O, onu gadreden ve sonradan ona lütfedenlerin hepsinden daha onurluydu zaten. Bu yüzden hâlâ dipdiri, hâlâ mis gibi… Mercedes Sosa için de teşekkürler hayat!

10 TEMMUZ

O değil ama, öz be öz kardeşi onun için demişti ki: “Il faut être malade ou alité pour le lire.” Neymiş efendim, “Onu okumak için ya hasta ya da yatalak olmak lazım”mış… Yazıklar olsun!

Ölüm döşeğindeyken bile “Daha yazacaklarım bitmemişti,” diyen ve hayatı boyunca aslında tek bir roman yazan ama bu romanda yaklaşık 1,5 milyon sözcük kullanan; Alain de Botton’un aktardığına göre “En uzun cümlesi, tek aralıklarla standart ölçülerde yazıldığında, dört metreden biraz daha kısa; yani bir şarap şişesinin etrafını tam otuz yedi kez dolanabilecek uzunlukta” olan Marcel Proust yine de bu şekilde anılmayı hak etmiyor.

Robert Proust muhtemelen, abisinin ölümünden sonra onun bazı metinlerini düzenlemek zorunda kalınca, edebiyatla pek de ilgili olmayan bir cerrah olarak haddinden fazla zorlandığı için can havliyle etmiş olsa gerek bu sözü…

Ancak Marcel Proust, kıymet ve emek verilip, sabredilip okunduğunda nasıl bir şaheser yarattığını da herkese ispatlayacaktır, kuşkusuz…

Kayıp Zamanın İzinde”, doğum gününü kutluyoruz.

(Alain de Botton’ın “Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir” kitabını da hararetle öneriyoruz. Başımıza bir şey gelmeyecekse!)

*

Biliyor musunuz, bugün aynı zamanda Dünya Hukuk Günü ve 2013 yılında bugün bir genç, Eskişehir’deki Gezi Direnişi eylemlerine katıldığı için dakikalar boyunca tekmeler ve sopalarla dövülerek katledildi bu ülkenin sokaklarında: Ali İsmail Korkmaz.

Yüzü kadar, özü kadar aydınlık bir ömür hak ediyordu Ali… Devletin kışkırttığı caniler eliyle katledildi.

Unutulmayacak!

11 TEMMUZ

“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, akıl çağıydı, aptallık çağıydı, inanç devriydi, şüphe devriydi, ışığın mevsimiydi, karanlığın mevsimiydi, umudun baharındaydık, umutsuzluğun kışındaydık, her şeye sahiptik, hiçbir şeye sahip değildik…”

Charles Dickens’ın, 1859 yılında bugün yayımlanan dev eseri “İki Şehrin Hikayesi” bu cümlelerle başlıyor ve Fransız İhtilâli döneminde bir aşk hikâyesi anlatıyor gibi görünse de, güçlü bir sosyolojik manzara da çiziyordu. Bu yönüyle, edebî başarısıyla olduğu kadar, tarih ve sosyoloji alanında öğrenim görenlerin faydalandığı bir eser olarak da halen parlamaktadır.

*

Ve, kapanış…

Demişti ki: “Roman, 21. yüzyıla yakışmıyor.” Hiç şüphe yok ki ne romanın kabahati vardı bunda ne de yüzyılın… Bugün yaşanan bütün felâketlerde olduğu gibi, asıl fail, insandı. Çünkü insan artık bir “varlık” olmaktan çok bir “görüş”, bir “pozisyon”, bir “temsil” hâlini almıştı. Mazruf sümen altı olmuş, ortada “zarf” kalmıştı. Yani, vitrin!

“Günümüz dünyasında insan,” demişti, “varoluş çabasını anlamaya yeltenmiyor, yalnızca kendini gösterme arzusu ve hızla ilgileniyor.” Bunlarla ilgilenen de, bir romanı okumaya (bitirmeye) asla zaman bulamıyor ama başta kendisi olmak üzere her şeyi de tüketiyor.

2023’te bugün, çok yeni yitirdik… Varoluş, kimlik, özgürlük, hafiflik-ağırlık ikiliği üzerine epey düşünmüş ve üretmiş olan Milan Kundera, insan ruhunu, kararlarını, tesadüfleri ve “kaderi” sorgularken felsefeyle sarmaş dolaş bir dil ve düşünce kurmuştu. “Hafiflikten” kasıt özgürlük ama bazan da sorumsuzluk ve kayıtsızlıktı, “ağırlıktan” kasıt anlam arayışı ama bazan da bağlanma güdüsü ve sorumluluktu. “Unutmak”, bir hayatta kalma mekanizmasıydı onun bakışında ama demişti ki bir yandan da: “İktidar, unutmayı dayatır; hafıza ise direniştir.”

Dün kaybettiklerimizi ve kazandıklarımızı hatırlayalım… Bugün bize yapılanları unutmayalım.

En az iki haftadır konuşuyoruz, gerisini unuttuysanız: Cayır cayır yakıldığımızı unutmayalım! Cayır cayır yakılıyoruz da hâlâ, hatırlayalım! Unutma, hatırlama faslını geçince, bize ne yapıldığını algılayalım! Olur da algılarsak sonunda, ayağa kalkalım! Anka kuşu değiliz, küllerimizden doğamayız, kül olmayalım! Kül olmadan ayaklanalım!

Biz de diyelim ki meselâ: Huzur, isyanda, yegâne umut direniştedir! Direnelim!

Bu Hafta‘yı Emre Dursun hazırladı

Benzer İçerikler

spot_img

Son İçerikler

spot_img