Yaşayanlar, yaşananlar, iz bırakanlarla bu hafta…
7 HAZİRAN
Edebiyatın hemen her alanında büyük isimler yaratmış olan Türkiye, ilk ve tek Nobel Edebiyat Ödülü’nü 1952 yılında bugün doğan Orhan Pamuk ile kazanmış ve bu ödüle layık görülme gerekçesi şöyle açıklanmıştı: “Melankolik ruhun izinde, kültürlerin çarpışması ve kesişmesini anlattığı eserleri için…”
Gazetecilik mezunu olan ama bu meslekte çok kısa bir süre çalışan Pamuk, bir süre ressamlık alıştırmaları yaptıktan sonra romancılıkta karar kılmış ve kariyerinin başından itibaren planlı ve projeli çalışmanın bir sembolü de olmuştu. Uluslararası okura, camiaya ve ödüllere ulaşmak için bir yol çizdiği yönünde yorumlara sıklıkla muhatap olan Pamuk’un, Nobel’i alma gerekçesi olarak politik söylemlerini gösterenler de az değildir. Türkiye’de özellikle Kürtlere ve Ermenilere yönelik şiddet ve ayrımcılığı dillendirme konusunda zaman zaman cüret gösteren yazar, Hrant Dink gibi Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi olan “Türklüğü aşağılama” ‘suçundan’ yargılanmakla birlikte, ‘Dink’ten sonraki hedef’ olarak da göze kestirilmişti.
Pamuk’un politik tutarlılık ve devamlılığı da tıpkı edebi yetenek ve başarısı gibi çoğunlukla sınıfsal statüsü ile değerlendirildi. Nişantaşı’nda doğup büyümüş, Robert Kolej’de okumuş ve yazarlığa karar kıldıktan sonra kendisine Beyoğlu’nda enikonu bir ofis tutmuş, deyim yerindeyse “tuzu kuru” bir yazar olarak nitelendirilen Pamuk, her şeye rağmen Türkiye’nin antidemokratik birçok meselesinde elinden geldiğince tavır alıp söz söylemiş ve her ne saikle olursa olsun “Cevdet Bey ve Oğulları”, “Sessiz Ev”, “Kara Kitap”, “Yeni Hayat”, “Benim Adım Kırmızı” gibi kült romanlara imza atmayı başarmıştı. “İstanbul: Hatıralar ve Şehir” ve “Manzaradan Parçalar” gibi kitaplarında ise anılarını toplamış ve burada ortak hafızamıza nakşettikleriyle de beğeni toplamıştı.
Doğum gününü kutluyor ve bundan sonraki yolculuğunda da başarılar diliyoruz.
*
“Korkma zor değil,
korkma, korkma zor değil.
İyi bir alışkanlık edindiyse kalbin,
Kork ama umut et, zor değil.”
Dindar ve muhafazakâr yaşam biçimini şiirinden de eksik etmeyen ancak bunu, mizacına uygun bir şekilde içe dönük, bireysel ve modernist bir dille yapan Cahit Zarifoğlu; lirizmi, metaforu ve imgeleri yoğun biçimde kullandığı şiirleriyle hemen her edebiyat severi etkilemiştir. Çoğu şiiri ilk okumada anlaşılmaz ve birçoğu her okumada bambaşka anlamları sürükleyip getirebilir. 7 Haziran 1987’de, henüz 47 yaşında kaybettiğimiz Zarifoğlu’nun şiirinde herkes, o an neyi arıyorsa tam da onu bulabilir…
Ruhu şad olsun.
8 HAZİRAN
“Distopya” dendiğinde akla gelen en önemli ve kült eserlerden biri, 1949 yılında bugün yayımlandı: “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”. Romanın adını, onu yazdığı yıl olan 48’in rakamlarını yer değiştirerek belirleyen George Orwell, yarattığı bu büyük anlatıyla öyle büyük bir ses getirdi ki, romanda çarpıcı bir şekilde ele alınan totaliter rejimlerini aşırı denetimci, baskıcı ve manipülatif yöntemlerini tanımlamak için bugün bile her dilde yerleşmiş olan “Orwellian” terimi kullanılır.
Okyanusya, Avrasya ve Doğuasya gibi üç büyük süperdevlete bölünmüş olan dünyanın Okyanusyası’nda yaşayan Winston Smith, çalıştığı Gerçeklik Bakanlığı sayesinde geçmişi sürekli değiştirerek bugünü meşrulaştırma peşindedir. Ancak bunu yaparken içten içe sisteme bilenir, geçmişi hatırlar ve özgürlük arzusu duyumsar. Ama “bugün”, insanların sadece davranışları değil, düşünceleri bile kontrol edilmeye çalışılır çünkü insan zihni rejim için en büyük tehlikelerden biridir.
8 Haziran 1949’da yayımlanan ve yerleşik dilin önemine dair de derin göndermelerin yapıldığı romanda, “özgürlük” kavramının kelime hazinesinden çıkarıldığını görürüz. Parti, dili iyiden daraltarak insanların isyan etmeyi bile düşünemeyecek hâle gelmelerini hedefler.
Tanıdık geliyor mu?
*
“Kimlik” kavramı üzerine konuşmaya başladığımızda, onun bütün köklerini, dallarını, budaklarını, meyvelerini, açmazlarını, çıkmazlarını sonsuza kadar konuşabiliriz: İnsan kimdir, kimlik nedir? Herhalde ulaşılabilecek en berrak bilgi şu olsa gerektir: Herkes, benzersizdir.
Bu yalnızca bizim duygusal, davranışsal ya da fikirsel özgünlüğümüz açısından böyle değil. Bir de DNA var.
8 Haziran 1949 doğumlu moleküler biyolog Francis Crick, meslektaşları James D. Watson ve Maurice Wilkins ile DNA molekülünün yapısını keşfederek, dünyada geri dönüşsüz bir başlangıca imza atmıştı. Hücrelerimizde gezinen, gelişmemiz, işlevimizi sürdürmemiz, büyüme ve ürememiz için gerekli olan bütün genetik bilgiyi içeren DNA, tüm canlıların ortak ve temel yapı taşlarından biriydi ve her bir canlıda benzersizdi.
Din yerine bilimi koyan ve aslında bir fizikçi olan Crick, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yöneldiği biyoloji alanında, altı yıl gibi çok kısa bir sürede bu büyük keşfi gerçekleştirerek, kimi sevimli noktalarda ortaklaşan ve benzeşen canlıların biricik olduklarını olabilecek en bilimsel şekilde onlara haber vermişti. Doğum gününü kutluyor ve teşekkür ediyoruz. Biz de seni seviyoruz, Crick!
9 HAZİRAN
Bilim yerine dini ve katı ahlâk kurallarını koyan Viktorya Dönemi hem İngiltere hem de dünya tarihi açısından birçok anlamda ele alınmış ve halen alınmaktadır. İstanbul’umuzun emektar otobüsü 500T’ye bile ilham veren “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” unvanını bu yıllarda kazanan İngiltere’de, artan sanayileşmenin yarattığı orta sınıf ve onun riyakâr ahlâkı her ne kadar bugün bile başımıza bela olmaya devam ediyorsa da, yine bu dönemde artan toplumsal mücadele deneyimi de aynı kararlılıkla sürmeye devam ediyor neyse ki…
O dönem kültür, sanat, bilim ve eğitim alanında sayısız insan, sayısız değer de yaratmıştı. Edebiyat açısından düşündüğümüzde akla gelen ilk isimlerden biri de Charles Dickens’tı. Viktorya Dönemi’nin ruhunu en iyi yansıtan yazar olan Dickens, yarattığı büyük eserler ve karakterlerin yanı sıra yoksulluk, sınıf ayrımı, çocuk işçiliği ve adaletsizlik temalarını derinlemesine ele alarak güçlü bir sözcülüğe de soyunmuştu.
Henüz 12 yaşında başlayan ağır çalışma yaşamı onun çocuk emeği konusundaki yoğun duyarlılığının oluşmasında etkili olmuş ve neredeyse bütün eserlerinde bu anlamda sert ama insanî hikâyeler bulunmuştu. “Oliwer Twist” ve “Büyük Umutlar” bu anlamdaki en güçlü yapıtlarıydı.
Bugün bile geçerli olan sosyal adalet ve sınıf sorunlarını enine boyuna tartışan, bunu yaparken umudu elden hiç bırakmayan; sürükleyici, sade anlatımı ama buna karşın müthiş ölçüde zengin diliyle okuru kendisine ve eserine bağlayan büyük yazarı, ölümünün 155. yılında saygıyla anıyoruz.
*
İngiliz edebiyatının devinden, Ermeni edebiyatının öncü devlerinden birine, Erzincanlı Arşak Çobanyan’a geçelim…
Hem Fransızcadan Ermeniceye kazandırdığı büyük yapıtlar hem de Ermeni edebiyatının Fransızcada boy göstermesi konusunda büyük emek veren Çobanyan, kendisi de yazar, gazeteci ve dilbilimci olan bir aydındı.
Bütün hayatı edebiyatla iç içe geçmiş ve 1915’teki “Büyük Felâket”e kalmadan, ilk Ermeni kırımlarının başladığı yıllarda Osmanlı topraklarından ayrılmış ve Paris’e yerleşmişti. Burada, “Anahit” adında bir dergi yayımlamakla birlikte birçok gazeteye de makaleler yazdı ve Ermeni kültürel kimliğinin korunması konusunda etkin oldu. Doğal olarak onun eserlerinde kimlik arayışı ve yurt hasreti baskındı.
1954 yılında bugün, hayata veda etti… Minnetle anıyoruz.
10 HAZİRAN
Milattan önce 323 yılında öldüğünde, 33 yaşındaydı. 22 yaşında çıktığı ve 11 yıl süren Doğu Seferi’ni sonlandırdığında, o güne kadar görülmüş en geniş sınırlara sahip imparatorluklardan birinin hükümdarı konumundaydı. Dünyaları aldı ama dünya ona da kalmadı!
Bugün, İskender’in ölüm yıldönümü.
Aristotales’in tedrisatından geçip Homeros’a vurulan ve onun “İlyada” destanında anlattığı Aşil’i kahramanı olarak benimseyen İskender, o büyük seferine çıkmadan evvel Truva’ya uğramış ve büyük asker Aşil’in mezarını özellikle ziyaret etmişti. Bugün, o da Aşil gibi büyük askerlerden ve komutanlardan biri olarak anılıyor. Aynı zamanda bugün hâlâ paylaşılamıyor: Öyle ki, Yunanistan ve Makedonya arasında İskender üzerinden yaşanan gerilim, bir ülkenin adının değişmesiyle nihayete erdi: Prespa Anlaşması.
İskenderiye başta olmak üzere yaklaşık yetmiş şehir kuran İskender’in görkemli kütüphanesi ise birçok kaynağa göre Sezar tarafından yerle bir edilmişti.
*
“Bir tek sözle kuruldu dünya.” Geleceğiz…
O kadar çok yazın emekçisi var ki, yalnızca Türkiye’de değil dünyanın her yerinde alın terleri sözde emek gözetenler tarafından sömürülmüş olmasın. Hakkı olanı istemeye utanıp da her gün sessiz sedasız yayınevinin önünden geçenler mi dersiniz, adil bir düzende yalnızca yazarak bırakın geçinmeyi, büyük bir refaha da ulaşabileceği halde bambaşka işlerde çalışmak zorunda kalanlar mı… Peki, sizce bu sömürü dünde mi kaldı?
Her biriyle mücadele etmeyi sürdürüyoruz ve sürdüreceğiz ama sömürü düzeni ve onun “yürütücüleri”, insanlık tarihi boyunca asla yok olmadı. Bugün de varlar.
En son, Ferit Burak Aydar, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden alacaklarını tahsil edemediği ve hatta iletişim girişimleri bile yanıtsız kaldığı için pek kıymetli dört çevirisini geri çektiğini açıkladı. Geçtiğimiz hafta!
Birçok yazar da bu korkunç şartlarda ayakta kalabilmek için başka yollara sapmıştı: Kendi adlarıyla ya da mahlasla, aslında istemeye istemeye yazdıkları öyküleri, şiirleri, romanları yayınlamak gibi. İşte onlardan biri de, bu durumdan kurtulduğu anda parıl parıl parlamaya başlayan Peride Celal’di.
Onu tanıyınız, onu okuyunuz, onu unutmayınız. 109 yaşına girdi bugün. Yayıncılarının isimlerini bilmiyorsunuz bile, bari onu hatırlayınız. İyi ki doğdun, Peride Celal.
*
1977 yılında Türkiye’de sinemaları tıka basa doldurmuş, izleyen hemen herkesi kalbinin orta yerinden vurmuş bir filmin, bundan bir yıl sonra, Kızgızistan’da galası yapılmıştı. Filmin başrol oyuncuları Türkan Şoray ve Kadir İnanır, eşi benzeri görülmemiş bir coşku, saygı ve hayranlıkla karşılanmış, dakikalarca ayakta alkışlanmıştı. Atıf Yılmaz’ın yönettiği, biraz önce andığımız büyük oyuncularla birlikte Ahmet Mekin ustanın da devleştiği, Cahit Berkay tarafından yapılmış müzikleriyle de halen hafızamızın her çeperinde nabız gibi atan, Türk sinemasının yüz akı filmlerinden biri olan “Selvi Boylum Al Yazmalım”ın galasıydı bu.
Eserin altında ise, Cengiz Aytmatov imzası vardı.
Kırgız edebiyatının bu en büyük yazarı, insan doğasını, toplumsal değişimleri, gelenekle modernlik arasındaki çatışmayı olağanüstü bir ustalıkla eserlerine taşımıştı. Önce toprağa tutunup tarımla uğraşmış, sonra veterinerlik yapmış ve sonra Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü’nde edebiyat eğitimi almıştı. Yalnızca insan doğasını değil, hayvan doğasını da maharetle ele almasıyla tanınmıştı. UNESCO onu, “kültürler arası köprü kuran bir yazar” olarak tanımlıyor, biz ise hâlâ mırıldanıp duruyoruz: “Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu; sevgi, emekti…”
11 HAZİRAN
Japon edebiyatına ilk Nobel’i kazandıran yazar, henüz ilk gençliğinde bütün aile fertlerini yitirmiş ve hem hayatı hem de eserleri derin bir melankoli ve yabancılaşmayla bezenmiş Yasunari Kavabata olmuştu.
Yazılabilecek en şiirsel romanları yazan Kavabata; doğa, yalnızlık, ölüm, güzellik, aşk, hafıza ve geçicilik temaları etrafında dönüp durmuş; eserlerinde mümkün olduğunca az diyalog kullanarak sembollerle örülü bir anlatım kurmuştu. Kavabata, Nobel konuşmasında sessizliğin anlamı üzerinde durmuş ve 1972 yılında haddinden fazla sessiz bir şekilde intihar etmişti. Elinde kalemle yaşayan bu zarif yazar, bizzat karar verdiği ölümüne dair bir not yazmaya yeltenmemişti.
Bugün, doğum günü ve bugün bile Haruki Murakami de dahil, birçok Japon yazar üzerindeki etkisi sürüyor… Nice yıllara!
*
Enteresan bir insandır ve Türk edebiyatının görece hem en özgün hem de en tartışmalı imzalarındandır. Kimilerine göre bir filozof, kimilerine göre ise baştan aşağı bir “zorlama”dır. Kelime oyunlarını sever, kelimelerle oynamayı abartır, ironiye düşkündür, ironiyi abartır, sanki şiir için değil de “aforizma” için yaratılmıştır ama bunu da abartır. Bireyselliği? E, abartır. Öyle ki, topluma aşırı mesafeli bir figür çıkar ortaya sonunda. Melankoliyi abartır, realizmi abartır.
11 Haziran 1923’te doğmuştu Özdemir Asaf. Muhtemelen hâlâ bir yerlerde, bir şeyleri abartıyordur.
Biz de onun gibi yapalım:
Özdemir Asaf anlatılmaz,
anlatılsa,
Özdemir Asaf olmaz.
*
12 HAZİRAN
Gözünü, kulağını, bilincini kapatıp yaşamak kolay. Böyle doğmak, böyle olmak, böyle ölmek kolay. Böyle yazmak… kolay!
Ama…
“Bir sözle kuruldu dünya.
Hep o sözü aradım ve buldum: Emek.”
Bu dizelerin şairini pek erken uğurladık aramızdan: Sennur Sezer.
Toplumsal gerçekçi şiirin en önemli imzalarından biri olmakla kalmayıp, şiirini salt sözde bırakmayıp meydana da inen; hem kadın hem işçi mücadelesinin sonuna kadar yanında olan, onca sömürüye karşın umut ve direnişten bir an olsun kopmayan, aşkı bile her şeyden evvel adaletle sarmalayan, damarlarında kan yerine mürekkep akan ve halen barikatın başından ayrılmayan Sennur Sezer’in doğum gününü coskuyla kutluyoruz:
“Bir çocuğun başını okşasam,
Elini tutsam bir işçinin,
Bir kadının gözlerine baksam,
Yalnız değilim artık.”
13 HAZİRAN
Bitirelim di mi artık? Bitirelim, ama kendimizi değil, bu haftayı bitirelim. Bitirirken de şey diyelim: Hepi börtdey, Fernando Pessoa.
Kullandığı imzaların sayısı bilinmiyor. Ama basit bir şeyden söz etmiyoruz, şöyle söyleyelim: 100’ü aşmış olabileceğinden korkuluyor! Öldüğünde, arkasında 25 bin sayfalık nüsha bıraktı. Hiçbiri yayımlanmamış, tam 25 bin sayfa el yazısı nüsha! En çok kendi ismine insaflı davranmış ama. Mahlaslarından ve dahi şüphe yok ki yol arkadaşlarından biri olan Bernardo Soares için şöyle demiş Pessoa: “Bizzat benim kişiliğim olmasa da ondan farklı değildir, sadece onun bozulmuş bir halidir.”
Bu Hafta‘yı Emre Dursun hazırladı