Yaşayanlar, yaşananlar, iz bırakanlarla Bu Hafta…
9 AĞUSTOS
Yıllarca en kıymetli insanlarını faili meçhul, aslında faili meşhur cinayetlere, en ucuz siyasi infazlara kurban vermiş, kimi zaman bizzat kurban etmiş Türkiye’nin, gazetecilik mesleğindeki en usta isimlerinden biri olan Abdi İpekçi de aynı sonla ayrılmıştı aramızdan.
Görünürde, Mehmet Ali Ağca tarafından ama başta Uğur Mumcu’nun araştırmaları olmak üzere birçok yerde ortaya serildiği üzere, tam bir derin devlet operasyonuyla katledildiği aşikâr İpekçi, Şubat 1979’da hayatını kaybettiğinde sadece 50 yaşındaydı. Katil, aynı yıl içerisinde bu suçtan yargılanırken, sözde en güvenlikli cezaevlerinin birinden kaçırıldı ve iki yıl sonra da II. Ioannes Paulus suikastını düzenledi.
Bugün Abdi İpekçi’nin doğum günü. Kısa yaşamı üretkenlikle geçen; demokrasi ve insan haklarını önceleyen, tarafsız gazetecilik ilkelerini yerleştirmek için büyük emek veren İpekçi, birçok genci de gazetecilik mesleği konusunda cesaretlendirmiş bir isimdi. Saygıyla anıyoruz.
*
“Katil Amerika”, Hiroşima’dan üç gün sonra ikinci atom bombasını da Nagazaki’ye attı bugün.
Hem insanlık hem de edebiyat tarihinin en büyük savaş karşıtlarından biri olan Nâzım ne demişti:
“Çalıyorum kapınızı
Teyze, amca, bir imza ver
Çocuklar öldürülmesin
Şeker de yiyebilsinler”
*
Bireyselliğin belki de en güçlü kalemlerinden biriydi ve bunda en baskın olan şey de bizatihi kendi yaşamıydı. Almanya doğumlu, Rus kökenli bir İsviçre vatandaşıydı. Koyu dindar ve dahi misyoner bir aileden geliyordu ve özellikle babasının zorlamasıyla öğrenim hayatı çok baskıcı yatılı okullarda geçmiş ve bu da onun erken yaşlardan itibaren ruhsal sancılar çekmesine sebebiyet vermişti.
Aslında dini ve mistik konular fazlasıyla ilgisini çekiyor, bunlar üzerine okuma ve araştırmalar yapmayı seviyor ama dinin kendi yaşamındaki ağırlığı onda başka arayışlar yaratıyordu. Teolojiden hiç vazgeçmedi ama “başka türlü bir din benim istediğim” gibi bir yol ve anlayışa meyletti. Bu yolculuk onu psikoterapiye ve Carl Jung’a da yaklaştırdı. Eserlerindeki karakterlerin hemen hepsinde bilinci ve bilinçaltıyla cebelleşen yanlar bulunacaktı. Edebiyatla bile yatışmayan depresyonuna çare olarak resim sanatına da sığındı ve her yapıtıyla kendini arayan, kendini sorgulayan insanın esaslı bir aynası olmayı başardığı gibi, tutkulu bir milliyetçilik ve savaş karşıtlığıyla da öne çıktı.
Hermann Hesse, 1962 yılında bugün, kanser nedeniyle dünyadan ayrıldı.
10 AĞUSTOS
Hesse’den çok farklı olarak, toplumsal edebiyatın Türkiye’deki en dikkat çekici kalemlerinden biri olan Mahmut Makal, köy edebiyatı akımının öncülerinden ve hatta kimilerine göre yaratıcılarından olan Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmendi.
“Varlık” dergisinde “Köy Notları”nı yayımlamaya başladığında henüz 16, ilk romanı “Bizim Köy” basıldığında ise 20 yaşındaydı.
Köylerde öğretmenlik yaptığı yıllardaki gözlemlerini tüm gerçekçiliğiyle anlatan romanlara imza atan yazar, oradaki insanların eşitsiz ve yetersiz koşullarından dolayı sistemi hedefe yerleştirirken, aynı insanların, katı geleneklere, riyakâr bir ahlâka ve cehalete sıkı sıkıya tutunmuş olmalarını da aynı şekilde eleştiriyordu.
“Köyü ve köylüleri kötü gösterdiğine” dair yorumlarla da sıkça karşılaşan Makal, her şeye rağmen bu alanın anlatısında önemli izler bırakmıştı.
Ölüm yıldönümünde anıyoruz.
*
Türk tiyatro ve sinemasının başarılı aktrislerinden olan, bununla birlikte yorumladığı bazı şarkılarla da sevilen Zuhal Olcay’ın doğum günü bugün.
Mümkünse bizimle nice yıllar diliyoruz…
11 AĞUSTOS
Resminde bir odak noktası yoktu. Hayatında da yoktu. 1956 yılında bugün, alkollü bir şekilde kullandığı araçla kaza yapıp öldüğünde, yakışıklı yüzünden geriye 44 yaşında yaşlı ve tükenmiş bir adam ve tartışmalı birçok yanına rağmen yine de çarpıcı ve öncü olarak nitelendirilen bir ressam kalmıştı: Jackson Pollock.
“Resmin sınırlarını genişleten biri” olarak anılmasını sağlayan damlatma, sıçratma ve hatta fırlatma (!) tekniğiydi. Sınırlarını genişlettiği sanatını icra ettiği hayatın sınırları fazla dardı ve kendini oraya bile isteye kapatmıştı. Onu sanatında ve hayatında daha “steril” bir yere çekmeye çalışanların ısrarından kaçıp saklandığı odalardan, herkesin bakarken içinde kaybolduğu eserlerle çıkmış ama her şeyden önce resmetme sürecine, sonuçta ortaya çıkan şeyden daha çok bağlanmıştı. Mantıksal değil, daha duygusal, duyusal ve bedensel bir bağ. “Başka türlü bir şey” … Ona göre, daha resim bir şey…
*
On yıl önce bugün yitirdiğimiz Tarık Dursun K. için, bugünlerde pek revaçta olan bir şey söyleyebiliriz: Onun edebiyattaki tadını, yalnızca gerçek gurmeler bilir:
“Uzaklarda, ama hiç kimsenin bilmeyeceği, kestiremeyeceği kadar saklı, uzaklardan bir yerden, iki saksı karanfilinin ağzına kadar özsu yürümüş binlerce tomurcuğu, dünyayı tutan bir gürültüyle, o anda (ve) apansızın açıverdiler.” (Sevmek Diye Bir Şey)
Bu haftanın ödevini biraz erken veriyoruz çünkü bunu hak eden yazarlardan biri o. Tanımaya, okumaya ne kadar erken başlasak ne kadar doysak iyidir. Sevgiyle anıyoruz.
12 AĞUSTOS
Bakmayın, ölümünden sonra “İngiltere’nin ürettiği en mükemmel sanatçı” diye anıldığına, yaşadığı dönemde “deli” diye aforoz edilmesine ramak kalmıştı. Birçok insan onun yanından hızla uzaklaşıyordu çünkü ağaçların üzerinde melekler gördüğünü söylüyor ve oturup bunları resmediyor, sonra onlara şiir yazıyor, bazan da tam tersini yapıyordu. Önce şiirini yazıp, sonra çiziyordu. Hayal gücünü neredeyse bir tanrı olarak kabul ediyor ve bundan daha büyük bir kudret görmüyordu. “Düş, gerçekten daha hakikiydi.”
Hayal dünyasının içerisinde böylesine dolu dizgin ve gönüllü yuvarlanan İngiliz şair ve ressam William Blake bile en nihayetinde şöyle demişti: “Hakikati söyle, bırak alçak senden uzaklaşsın.” Hah şöyle be nur içinde yatasıca!
*
“Başka türlü bir şey
benim istediğim
Ne ağaca benzer
ne de buluta.”
Evet, işte geldik fasıla: 1999 yılında bugün uğurladık Can Yücel’i ama önümüzdeki yıl 100. yaşını kutlayacağız burada.
Cumhuriyet’in kurucu kadroları içinde Milli Eğitim Bakanı olarak görev yapan Hasan Âli Yücel’in oğlu olarak doğmuş, “hayatta ben en çok babamı sevdim” demiş ancak babasına göre oldukça sol bir yerde konumlanmış ve hayatı boyunca da oradan ayrılmamıştır.
Can Yücel şiiri, Can Yücel şiiridir ve onu herhangi bir ekol içinde anmak mümkün değildir. Argo evet, ama argodan da öte en ağır küfürleri gündelik yaşamında olduğu hâliyle şiirine de yerleştirmiştir. Hiç elden bırakmadığı mizahının orta yerinde çınlayan kalbi, duygusallık ve melânkoliyi de başı dik şekilde taşımayı bilmiştir.
Can Yücel yalnızca şiirleriyle değil, çevirileriyle de dev bir imza atmıştır edebiyatımıza. Ama tam da burada söylemek gerekir ki, onun, ilk akla gelen Shakespeare çevirileri İngilizce bilgisinden ziyade Türkçeye olan müthiş hâkimiyetinin eseridir. Shakespeare gibi ana diline çok şey kazandırmış bir yazar ve şairi Can Yücel de kendi ana diline aktarırken, Türkiye’deki Shakespeare okurlarına çok şey kazandırmıştı. Ama bununla birlikte Fitzgerald, Brecht ve hatta Che’den de çeviriler yaptı.
Can Yücel, pek sevdiği Datça’da konaklıyor ve arada hâlâ kallavi küfürler savuruyor. Canına değsin!
13 AĞUSTOS
Bugünden bakan bazı “sinema izleyicileri” onun filmlerini “tuhaf” bulabilir. Öyledir ama “bugünden” görülen anlamıyla değil. Bugünden bakan bazı “sinema izleyicileri” evvela şunu bilmelidir ki, o, sinema sanatının en büyük ustalarından biridir.
Tam 126 yıl önce bugün doğdu Alfred Hitchcock ve sayesinde o günden beri tedirginiz. Filmlerinde yarattığı kadın imajından ötürü “feminist” çevrelerce epey hırpalanan yönetmenimiz, gerilim yaratma biçiminin “yapay” olmasından ötürü de eleştirilmiştir. Onu “abartılı” bulanlar az değildir ama hayranları asıl büyünün bu “hesaplı yapaylıktan” geldiğini egzajere etmenin de Hitchcock’un “maharetlerinden” biri olduğunu dillendirir. Onun filmlerinde en başından itibaren diken üstünde olan ve sonunda bir şeyin “boka saracağını” bilen herkes, bunun nasıl olacağını kestiremediği bir gerilimin içinde sürüklenir ve sonunda tahmin edilen ya da en umulmadık şey olsa bile, yönetmen işini çoktan istediği şekilde bitirmiştir. Biz de tepemizde uçuşan kuşların hem kendi tüylerini hem de bizim tüylerimizi ürperttiğiyle kalırız. En başından beri bildiğimizle avlanır, hiç de bilmiyormuşuz gibi kalakalırız.
İyi ki doğdun sevgili manyak: Biz bi şey yapmadık, aha şunlar eleştirdi!
14 AĞUSTOS
“Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?” Biliyor musunuz? Elbette biliyorsunuz.
İşçi sınıfının emeğini, emeğin evrensel değerini, biraz daha yakından bakarsak tarih yazımının nasıl iktidar gölgesi ve “himmetiyle” şekillendiğini en iyi anlatan şiirlerden biridir, “Okumuş Bir İşçi Soruyor”. Şairi, “epik tiyatronun kurucusu” olarak bilinen Bertolt Brecht.
Bir tıp öğrencisiydi ve Birinci Dünya Savaşı’nda sahra hastanelerinde de çalıştı. Bu dönemde şahit oldukları bütün yaşamını ve yazımını etkiledi. Elbette Nazilerin iktidara gelmesiyle birlikte Almanya’da barınma olanağı kalmadı ve İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar sürgün olarak yaşadı. Sürgün olduğu ülkelerde de Marksist görüşlerinden ötürü fişlendi ve sürekli takip altında kaldı.
1956 yılında bugün hayatını kaybeden Brecht, “Sanat, dünyayı değiştiremez,” demişti, “ama değiştirmek isteyenlere ilham verebilir.” Verdiği tüm ilhamlar için teşekkür ediyoruz.
15 AĞUSTOS
Türk sinemasının en güçlü aktörlerinden biri, onca müşküle rağmen yaşam karşısında da güçlü ve inatçı durmuştu. “Mahmut Hoca” (Hababam Sınıfı), “Baba Yaşar” (Mavi Boncuk) ve “Yaşar Usta” (Gülen Gözler ve Bizim Aile), “Kazım Efendi” (Neşeli Günler) ve daha sayısız karakterle karşımıza çıkıp unutulmaz izler bırakmıştı.
Bugün, Münir Özkul’un 100. doğum günü.
Sinemaya kazandırdığı eşsiz karakterleri anarken, onun, Türk tiyatrosunun efsane isimlerinden olan İsmail Hakkı Dümbüllü’den kavuk devralan dev bir tiyatro sanatçısı olduğunu da biliyor ve hatırlıyoruz elbet. Ama en çok da kendiyle yüzleşebilen samimiyet ve dürüstlüğünü seviyoruz. (Buna dair sayısız söyleşisini bulabilirsiniz.) Ama biz bugün, olağanüstü oyunculuğuyla hepimizin gönlünde taht kurmuş büyük aktörün doğum gününü, bu haftaya başlarken pastasını kestiğimiz Abdi İpekçi’yle olan konuşmasıyla kutluyoruz: “Teybe alınsa ertesi gün içmez insan.”
*
Haftalık’ta da bizi onurlandıran kıymetli yol arkadaşımız, yazar Beyza Dut, “Bana Biraz Blues Ver” kitabının “Türkiye’de Blues” bölümünde şöyle diyor: “Blue Blues Band kadrosundan özellikle Yavuz Çetin, üstün gitar becerilerinin yanı sıra Türkçe sözlü bluesun en iyi bazı örneklerini verdi. 2001’de, henüz 30 yaşında intihar ederek aramızdan ayrıldığında ardında iki albüm bırakmıştı: ‘İlk’ (1997) ve ‘Satılık’ (2001). Bu albümlerde yer alan ‘Hisset Beni’, ‘Yaşamak İstemem’, ‘Cherokee’, ‘Benimle Uçmak İster misin?’ gibi şarkılar bugün hâlâ dinleniyor. İlk albümünün son şarkısı olan ‘Dünya’ ise Türk blues tarihinde ayrı bir yere sahiptir. Bu şarkıda Yavuz Çetin’e, bir diğer usta müzisyen ve perdesiz gitarın mucidi Erkan Oğur eşlik etmiştir.”
Yavuz Çetin’in kendini, bizi ve dünyayı terk ettiği gün, bugün. Müziğin sesini açın ve bize biraz Türkçe blues verin lütfen.
*
Oyunculuğu kadar o harikulâde sesi ve Orhan Veli şiirlerini yorumlayışıyla da aklımızda, hafızamızda ve hayatımızda yer eden sevgili Müşfik Kenter’in de ölüm yıl dönümü bugün. Onu da sevgiyle anıyoruz.
16 AĞUSTOS
Kızıyoruz tabii.
Kırılıyoruz elbet. Kırılırız, ne var yani? “Biz kırıldık daha da kırılırız.”
Kızarız kızmasına, kırılırız kırılmasına da şunu da söyleriz sonunda: Türkiye’nin en büyük fotoğraf sanat… hayır! Türkiye’nin en önemli foto muhabiri Ara Güler, iyi ki doğdun.
Hiç gerek yoktu aslında o iftar sofralarına, hiç gerek yoktu yıllar boyu alnının ve avcunun ve parmaklarının teriyle kazandığın itibarı bunca zorlamaya… Hiç gerek yoktu, “BİZ”den bu kadar ayrılmana. Ondan kızgınız. Kırgınız. Kime kırılacaktık ki başka?
Nice yıllara, Ara Usta…
*
Bu haftayı uzattık biraz, çaktırmadan. Sekiz gün oldu. Haftaya yine yedi gün olsun diye. “Yedi günlü haftayı kuran kim?” Bilmiyoruz. “Bu Hafta”, artık pazar günleri gelecek huzurlarınıza…
Bu Hafta‘yı Emre Dursun hazırlıyor…