Okuduğum bir şiir, öykü ya da roman, insan dünyasının gizli kalmış bölgelerine beni götürmüyorsa, kendimi ya da başkalarını keşfetmeme ipuçları vermiyorsa, yalnızlığımın, acılarımın destekçisi olmuyorsa, kısaca duygu dünyamın sınırlarını genişletip beni özgürlüğün kırlarında dolaştırmıyorsa neye yarar ki?
İnsanın insana yaptıklarını, insanın bir hayvana, bir ağaca, bir kitaba yaptıklarını “yazınsallığın yasaları” içinde anlatmak, her gerçek yazarın sorumluluğudur. Ve yazdıklarını “doğru bir eleştirme düzlemine” oturtmak için de çoğu kitabını okumak gerekir diye düşünüyorum. İstisnalar var kuşkusuz. Arkadaş Z. Özger, Ahmed Arif gibi tek kitap üstünden değerlendirdiğimiz yapıtlar. Şiirin başından sonuna kadar tutarlı bir bütünlüğü olan. Dizelerin iç uyumla sıralanması kulağa hoş gelen. Yeteneğin ve bilginin gücü bu uyumun başarısında büyük etkendir.
Şiirde “içtenlik” sorunu da bana önemli görünür. Yinelemeler çok olsa da içtenlikleri ve halkın ortak duygularını dile getirmeleri onları günümüze değin yaşatmıştır. A. Muhip Dıranas’ın Fahriye Abla’sını içtenlik açısından çok beğenirim. Ancak her şey sürekli bir değişim içindedir; ekonomik ve toplumsal bakımdan da, dil ve şiir olarak da. Bu değişimi görebilmek, değişik koşulların ürünleri olan bilgileri ve nesnel gerçeklikleri görebilmekle mümkün. Heraklitos’un hakkı var. Her şey oluş ve gelişme halindedir. Bir ağacın dalında her bahar başka yapraklar biter. Gökte gördüğümüz bulutlar her gün değişir. Her yağan yağmur eski yağmur değildir. Kuşaklar gelir, kuşaklar gider. Tıpkı şiirler, şarkılar, öyküler gibi.
Sözü hemen, Elçin Sevgi Suçin’in yeni yayımlanan şiir kitabı Paralize Zaman Diyalogları’na bırakıyorum. Bir ilk parça var, “bystander effect” başlıklı; yani “seyirci etkisi.” Son zamanlarda okuduğum en iyi, en sağlam kısa şiirlerden biri:
“burası ortadoğu elini uzatsan melek
tanrı’nın en az haberdar olduğu yer
her an birileri birilerini, bystander effect.”
Sevgili Suçin’in şiiriyle yeni tanıştım. Önceki kitaplarını okuyamadım henüz. Saptamalarla ilgili görüşlerim yanıltıcı olabilir. Şair, herkes gibi günlük hayatını sürdürse de çoğu kez yalnız insandır. Ona her şey dokunur. Başkalarının acılarını ve sıkıntılarını kendine dert edinir. Toplumdan gelen izlenimler, kişisel yetenekle birleşince böyle etkileyici bir şiir çıkar. Bu iç döküş, bir açıdan toplumdan alınanı topluma vermektir. Şairin yalnızlığı, başkalarının kolayca duymadığını duymaktır. Başkalarının sezmediğini sezmektir. Yol gösterir. İpucu verir. Halkın veya kendinin duygularını deyişlerle, yeni buluşlarla dile getirmek önemlidir. “Açık olmayan amaçlılıkla” bizi hazlara götürür. Düşsel dünyamızı genişletir. Yüksek değerlere yönelmemizi, yeni bir dil yaratarak meraka düşmemizi sağlar. “bystander effect” böyle bir bilincin adıdır.
Mitolojik figür, günümüz gerçekliğini yorumlamak ya da çerçevelemek için kullanılması en eski “tekniklerden” biridir. Ancak öncesinde Joyce’un Ulysses’i gibi bir model varsa, zayıf kalma tehlikesi de doğabilir. Geç gelen şair, öncülün fazla “zengin” uygulamasını kısarak, zorlu bir sadeleştirmeye uğratarak aşmaya çalışır bu tehlikeyi çoğu zaman. Güçlü şairlerin “kuruluk” gibi görünebilen “sert” bir yalınlığa gitmeleri de bundandır belki. Sevgili Suçin’de bu “zorlamayı” hissetmiyoruz. Bu yalınlık bizi direkt “yabancılaşmaya” götürüyor: Kendine yabancılaşma, topluma, dile, şehre, ölümle yaşama; ‘kalbi sökülmüş evlerin balkonlarına.’(s.15) Romantik-modernist estetiğe uygun olarak belirsizliklerle de karşılaşıyoruz:
“okyanusun ortasında saf kan bayraklar
yaşamla aramızda ipekten kılıç
insanlığımdan istifa ediyorum gözlerim lotus”
Kendi işitsel(biçimsel) ve dilsel anlamları, “öyle söylendikleri için”: İnfodemi, bystander effect, elektronik labirent, hücresel nekropol, paralize, preaklampsi, swift, Go_A…” şeklinde dizelere kodlayarak okur için düşünme, dinlenme, araştırma fırsatı sunuyor.
“infodemi! teoride yeni fiiliyattta eski
tanrı bile kelimeleri böyle kullanmadı dil silahtır
insan insanı lir ile değil sözün labirentlerinde
iki boğa varsa biri ölmeli.”(s.19)
Bu yeni poetikanın estetiği, kaynağını şehirde, insanlarda, birey ekseninde, Doğu-Batı oluşumunda, savaşta, huzursuzlukta, varoluşta bulur. T.S Eliot bir kitabında(The Use of Poetry and the Use of Criticism, Londra, 1970) şöyle der: “Eskimiş, silinmiş ya da bayat olanla güncel, yeni ve şaşırtıcı olanı, en eskiyle, en uygarlaşmış zihniyeti kaynaştırır. Farklı söylem alanlarına, farklı “güncel sistemlerine” ait sözcüklerin yan yana gelmesiyle oluyor bu. “Geleneksel bir içlenmeyle” bilgisayarın sözcükleri örneğin:
“bağışla diyor sevgilim
ve yüzünü arıyor elektronik labirentlerde
mesafe genişliyor ve hiçbir ip bizi dışarı çıkarmıyor.
dans et ariadne kalplerimizi uyandır.” (s.23)
Burada, Ayten Mutlu’nun, Femina adlı şiiri geliyor aklıma. “Femina”, feminizm sözcüğünün Latince kökeni olan “Femina”dan yola çıkmıştır. Toplumsal cinsiyetin alışılagelmiş algılarını, radikal bir tavırla tersine çevirmeye çalışan kadın imgesidir. Kadının binlerce yıl süren suskunluğu, “ezilen sınıfını” oluşturan kadının bir başkaldırısıdır artık:
“labirentlerde sıkışıp kalan yalnız ben miyim
katilinin ipini çeken zamanı daraltmak için
dans et ey ariadne, ışığın elbisesini giydir.” (Elçin S. Suçin, s.22)
Buradaki “ariadne” Kral Minos’un kızıdır. Minos’un eşi Pasiphae, boğayla çiftleşince, ortaya yarı insan yarı boğa bir çocuk doğar. İnsanlar bir süre sonra çocuğa “Minotor” yani “Minos’un boğası” derler. Minotor herkese zarar veren bir yaratıktır ve bunun üzerine mimar Daidalos’un yaptığı “Labyrinthos” adlı, içinden kimsenin çıkamayacağı bir yapıya, bir labirente kapatılır. Antik Yunan mitlerinde, Minotor’un hikâyesi insanlarda binlerce yıldır heyecan uyandırmaya devam ediyor ve aynı zamanda çanak, çömlek, tiyatro, operalar, filmler gibi birçok sayıda sanat eseri için ilham kaynağı oluyor. Şiirin ikonografisinde ise, birçok dinde doğurganlığın sembolü olan boğalar, ayin esnasında bir kraliyet sembolü olan “Labrys” yani çift taraflı baltayla öldürülür. MÖ 1700 ila 1400 arasına tarihlenen freskler ve figürinler boğaların üstünden atlama ritüelini resmediyordu. Tahminen bu gelenek, tanrılara adakların yapıldığı kutsal seremonilede gerçekleşiyordu.
Sevgili Suçin, şiirinde yerin, labirent mitinin, söyleyenden bağımsız bir varlığı da olabileceğini gösterir. Şimdi artık “şiir dili” ile karşı karşıya bulunuyoruz. Şairin bu “yaratımsal deneyinde” çeşitli uygulayım yolları bulunmaktadır. Bu, bana göre, “yeni deneyin” getirdiği dilde, yeni ölçüler ve yeni yargılar, kalıplar yerleşinceye dek okumaya, birkaç defa şiiri okuyarak, araştırarak anlamak için çaba göstermemiz gerektiğini imliyor. Şiirde anlamdan, anlamsızlığa geçmek değildir olup biten. Eski anlamlardan yeni anlamlara, daha zengin anlatımlara geçmektir. Okumakla alt anlamları çözmeye, bütünü kavramaya, yapıyı ortaya çıkarmaya çalışırken tanıyoruz Elçin Sevgi Suçin’in edebiyatımız için büyük bir kazanç olduğunu. Uyandırdığı şaşırtıcı, üzücü, gülümsetici, düşündürücü hatta “yüzleşmeci” durum içinde şiirinin değeri anlaşılıyor. Sadece şu dize için bile sevgili Suçin’in bu kitabını okumalıyız:
“korkuyla tek bir tüyünü kaybetmiş ceylanın bile
o gün insandan alacağı vardır.”(s.27)
*Bu çalışma, kitabın sadece “Paralize Zaman Diyalogları” başlıklı bölümünü kapsamaktadır. Yazıda, Femina şiiri için Vahdettin Yılmaz’dan bilgi alınmıştır.