10 C
İstanbul

Devlet, Siyaset ve Sinema Üçgeninde Bir Yolculuk

Yayınlanma tarihi:

Görsel anlatılar, çağımızın en etkili düşünme biçimlerinden biri haline geldi. Sinema ve diziler, yalnızca birer eğlence aracı değil; aynı zamanda devlet, birey ve iktidar arasındaki çatışmayı anlamamıza olanak tanıyan önemli kaynaklar. Her yapım, ait olduğu coğrafyanın politik iklimini, kültürel kodlarını ve toplumsal hafızasını satır aralarında taşıyor. Bu dosyada, farklı ülkelerin sinema ürünleri üzerinden devlet-birey ilişkisini ve iktidarın nasıl biçimlendiğini anlamaya yönelik bir iz sürüş denemesine girişeceğiz.

Michel Foucault‘nun o çok bilinen sözüyle başlamak gerek: “İktidar, her yerdedir çünkü o her ilişkidedir.” Sinematik hikayeler de bu ilişkilerin izini sürer. Kimi zaman bir doktorun dramı, kimi zaman bir seçim döneminde yaşanan kaos, kimi zamansa göz ardı edilen bir vatandaşın yalnızlığı üzerinden…

Anlatı her zaman tarafsız değildir. Bazı filmler ve diziler, gerçekleri cesurca görünür kılarken; bazıları ise, tarihsel saptırmaları, ideolojik meşrulaştırmaları ya da doğrudan devlet propagandasını kurgusal bir zeminle perdeleyebilir.

Görsellik üzerinden kurulan dillerin en güçlü yanı aynı zamanda en tehlikeli tarafıdır da: Ne anlattıklarından çok, neyi göstermemeyi tercih ettikleriyle izleyiciyi biçimlendirirler.

Gelin yalnızca izlenebilir değil aynı zamanda izleyicisini düşünmeye, sorgulamaya ve yüzleşmeye çağıran anlatılarla farklı ülkelere kısa bir yolculuk yapalım:

Güney Kore

Dr. Stranger, küçük yaşta babasıyla birlikte Kuzey Kore’ye götürülen bir çocuğun, orada doktor oluşunun ardından Güney Kore’ye kaçmasıyla başlıyor. Ancak bu dönüş bir kurtuluş değil; aksine, kendisini özgürlük vadeden sistemin içinde çok daha karmaşık ve çürümüş bir düzenin parçası olarak bulur. İki rejim arasında sıkışmış bir hayat, beden iyileştirirken ruhu örseleyen yapılarla yüzleşir.

Snowdrop, 1987 seçim atmosferinde geçiyor. Yaralı bir Kuzey Kore ajanının Güneyli bir genç kadının kaldığı üniversite yurduna sığınmasıyla başlıyor. Ancak hikâye kısa sürede bir aşk anlatısını aşarak, özel alanların dahi devletin paranoyak gölgesinden muaf kalamadığı bir düzene dönüşüyor. İktidarın kendini koruma içgüdüsü, burada hem romantizme hem insanlığa meydan okuyor.

Vagabond, yeğenini bir uçak kazasında kaybeden bir adamın, olayın bir sabotaj olduğu şüphesi ile başlayıp; ardından gelişen olaylar, devlet kurumları, özel şirketler ve istihbarat ağları arasındaki kirli ilişkiler ağına kadar uzanır. Kişisel bir yas, çok geçmeden sistemik bir direnişe evrilir.

ABD

House of Cards, gücün perde arkasındaki soğuk hesapları, bireysel yükseliş arzusuyla sistemin doğası arasında kuruyor. Frank Underwood’un zekâ ve manipülasyonla ördüğü yolculuk, aslında sistemin en çok ihtiyaç duyduğu profili de ifşa ediyor: Ahlaki sorumluluk taşımayan bir stratejist.

The Report, CIA’in 11 Eylül sonrası yürüttüğü “gelişmiş sorgulama teknikleri” programını araştıran bir senato görevlisinin hikâyesi. Sorgu, yalnızca sorgulananlara değil, sistemi ayakta tutanlara da yöneliyor. Devlet sırrı ve insanlık suçu arasındaki çizgi, raporun satır aralarında bulanıklaşıyor.

Vice, Dick Cheney’nin siyasi yükselişi üzerinden ilerlerken, bireysel hırsın kurumsal güce nasıl dönüşebileceğini sergiliyor. Irak Savaşı’nın perde arkası, kameranın odağında bir adamla sınırlı değil; aynı zamanda sistemin sessiz kabulleriyle örülü bir mekanizma.

Rusya

Leviathan, bir balıkçının yaşadığı küçük kasabada, devletin tüm mekanizmalarının adım adım bireyin üstüne çöküşünü anlatıyor. Din, hukuk ve yönetim iç içe geçerek, neredeyse metafizik bir boğulma hissi yaratıyor. Masumiyet, devletin çarkları arasında hızla ufalanıyor.

Dear Comrades!, 1962 Novocherkassk Katliamı’nı bir annenin gözünden aktarırken, ideoloji ile vicdan arasındaki çatışmayı merkeze alıyor. Rejimin en büyük destekçisinin, kendi çocuğu sistemin kurbanı olduğunda yaşadığı dönüşüm, belleğin ve inancın kırılgan doğasını gözler önüne seriyor.

Beanpole, II. Dünya Savaşı sonrası Leningrad’da iki kadının iyileşme çabası üzerinden, devletin görünmez ama hissedilen varlığını sorguluyor. Sessizlik, bazen yalnızca bir ruh hali değil; sistemin öğrettiği bir hayatta kalma biçimi.

İran

The Circle, kadınların kamusal alandaki hareketlerini bile sürekli kontrol eden bir düzenin içinde, özgürlüğün ne denli koşullu olduğunu gösteriyor. Hikâyeler birbirine bağlanıyor, yollar kesişiyor ama duvarlar hep aynı yerde duruyor.

A Separation, boşanmak isteyen bir çiftin kişisel hikâyesinden başlayarak, ahlaki, sınıfsal ve hukuki çatışmaları gün yüzüne çıkarıyor. Aile içi bir karar, toplumun tüm yükünü beraberinde getiriyor.

There Is No Evil, dört kısa hikâye üzerinden, idam cezalarını uygulayan insanların içsel hesaplaşmalarını anlatıyor. Devletin kararları bireyin ellerine düştüğünde, vicdanın sesi duyulmaya başlıyor.

Çin

To Live, Mao döneminde sıradan bir ailenin yaşadıkları üzerinden, devrim ideallerinin birey hayatında nasıl bir kırılmaya yol açtığını gösteriyor. Geçim derdi ve yaşam arzusu arasında sıkışmış figürler, devletin çelik gölgesinde soluk alıyor.

The Flowers of War, Nanjing Katliamı sırasında bir grup kadının hayatta kalma çabasını merkezine alırken, savaşın hem fiziksel hem ahlaki yıkımını çıplak bir şekilde sergiliyor. Tarih, yalnızca yazılmıyor; yaşanıyor.

Coming Home, Kültürel Devrim sonrası bir ailenin parçalanmış hafızasında, sevgi ve hatırlama üzerine bir anlatı kuruyor. Devlet baskısı, kişisel belleğin en mahrem odalarına kadar sirayet ediyor.

Türkiye

Beynelmilel, 1980 darbesi sonrası küçük bir kasabada geçen, mizahın gölgesinde politik bir hiciv. Müziğin bile tehdit sayıldığı bir düzende, sazlar yalnızca nota değil, direniş de çalıyor.

Masum, tekil bir cinayet soruşturması gibi başlasa da kısa sürede bireysel suçun devletin yapısal karanlığına nasıl bağlandığını gösteriyor. Sessizlikler, çoğu zaman suçlardan daha çok şey anlatıyor.

Behzat Ç., sistemin içinde kalmaya çalışırken vicdanını kaybetmemeye direnen bir karakterin hem içsel hem yapısal çatışmalarla mücadelesini anlatıyor. Adalet arayışı, sistemin kendisine yöneltilmiş bir soru hâlini alıyor.

Avrupa

Das Leben der Anderen, Doğu Almanya’da Stasi’nin gözetim ağında yaşayan bir sanatçının hikâyesi üzerinden, devletin bireyin düşüncesine kadar uzanan kontrol mekanizmasını irdeliyor. Gözetim yalnızca fiziksel değil, duygusal bir işgale de dönüşüyor.

La Haine, Fransa’nın banliyölerinde büyüyen gençlerin, sistematik dışlanmışlığına ve polis şiddetine karşı geliştirdiği öfkeyi odağına alıyor. Bir gün boyunca süren anlatı, kronik bir adaletsizliğin anatomisi gibi.

Il Divo, İtalya’daki politik elitin karanlık ilişkilerini, Giulio Andreotti üzerinden anlatırken, kişisel iktidar ile kurumsal yozlaşmanın nasıl birbirine karıştığını gösteriyor. Kamera, yalnızca karakteri değil; onu mümkün kılan yapıları da sorguluyor.

Ve belki de bu çift yönlülük üzerine düşünmeye tam da bu yüzden ihtiyaç duyuyoruz.
Siyasi hiçbir oluşum, takım tutar gibi tutulmamalı. Kültürel anlatılar—ister film ister roman, isterse bir sahne eseri—bize başka hayatlara temas etmenin yollarını açar.

Sanatın açtığı pencerenin tarafsızlığındaki bu anlatılar, bizim hayatlarımızda da bir ışık olmalı. Çünkü biz ön planda tutkuyla savunurken, arka planda halkını satanlara karşı uyanık kalabilmek, artık bir lüks değil, bir sorumluluk.

Benzer İçerikler

spot_img

Son İçerikler

spot_img