12.7 C
İstanbul

Dünyanın En İlginç Müzik Albümleri

Yayınlanma tarihi:

Bazı albümler müziğin çok ötesinde amaçlar taşıyabilir. Onlar, birer kayıt ötesinde, düşünsel deneydir de diyebiliriz hatta. Bu albümler, müziğin biçimini, üretimini ve hatta tüketim biçimini de sorgulamamıza neden olurlar. Birçoğu dinlemesi kolay olmayan ama dinledikten sonra unutulması imkânsız projelerdir. Beyza Cumbul bu dosyada müziğin sınırlarını genişleten ve albüm kavramına yeni anlamlar kazandıran yapıtlardan seçkileri bir araya getiriyor.

Konseptle Oynayanlar

Bazı sanatçılar albümleriyle resmen bir evren kurar. Dinleyici, bu evrenin sadece tanığı olmakla kalmaz, parçası da olur. Konseptle oynayan albümler, müziği bir anlatı aracına dönüştürür; şarkılar hikâyenin sahneleri hâline gelir.

The Flaming Lips – Zaireeka (1997): Dört ayrı CD’den oluşan albüm, ancak dört farklı müzik çalar aynı anda çalıştırıldığında tamamlanır. Bu deney, müzikte eşzamanlılık fikrini kolektif bir eyleme dönüştürür.

Björk – Biophilia (2011): Her şarkı bir doğa fenomenine dayanır. DNA sarmalı, kristaller, yer çekimi… Albüm, müzikle etkileşimli mobil uygulamaları birleştirir; dinleyici artık sadece duyan değil, dokunan kişidir.

The Residents – Eskimo (1979): Hayali bir Eskimo kabilesinin ses arşivini oluşturan grup, etnografik bir oyuna girişir. Gerçek ile kurmaca arasındaki bu çizgi, müzikte temsil kavramını yeniden tartışmaya açar.

Tek Parça, Tek Yön

Bazı albümler çok parçalı olmaksızın, tek bir şekilde söylenir. Bu yapı, dinleyiciyi zamanla uzayan bir düşünceye ya da sabır isteyen bir sese sabitler. Sessizlik kadar tekrar da müziğin bir parçası hâline gelir. Durağanlık, tekrarlılık ve hatta sessizlik, müziğin parçası olur.

Sleep – Dopesmoker (2003): 63 dakikalık tek bir doom metal destanı. 1990’ların sonunda plak şirketi tarafından reddedilen albüm, yıllar sonra yayımlandı ve türün kutsal metinlerinden birine dönüştü.

John Cage – 4’33” (1952): Dört dakika otuz üç saniyelik sessizlik. Hiçbir nota çalınmaz; dinleyici, ortamın sesini müzik olarak duymaya davet edilir. Belki de bu yüzden müzik tarihinin en radikal albümüdür. Bugüne kadar “Kral Çıplak” diyen de çıkmadan müziği duymaya devam ediyoruz.  Cage’in sessizliğiyle açılan bu alan, kısa süre sonra Reed’in gürültüye teslim ettiği bambaşka bir evrene dönüşebilir.

Sessizlikten Sonraki Gürültü: Anlaşılması Zor, Dinlemesi Zor Albümler

Bazı albümler, sessizliğin karşısına sesin aşırılığını koyar. Dinleyiciden sadece sabır değil, dayanıklılık da isterler. Bu yapıtlar, kulağın ötesinde zihne çarpar; rahatsız eder, sınırları zorlar, hatta bazen müziği reddeder.

Lou Reed – Metal Machine Music (1975): Saatler süren geri bildirim sesleri ve gitar gürültüsünden oluşan bu albüm, Reed’in plak şirketine bir meydan okuması olarak görülür. Kimileri için bir “anti-albüm”, kimileri için ise deneysel müziğin başyapıtıdır.

Merzbow – Pulse Demon (1996): Japon noise müziğinin en uç örneklerinden biri. Katlanılması güç gürültü yoğunluğu, müziğin tanımını tamamen altüst eder. Bu albümde “dinleme” eylemi bile yeniden tanımlanır.

Bu tür kayıtlar, kulağın konfor alanını yıkar. Müziğin bir uyum dışında, bazen bir direniş biçimi olabileceğini hatırlatır.

Kayıt Yeri ve Yalnızlık

Bazı albümler stüdyoda dışında yalnızlığın merkezinde kaydedilir. Doğa, kar, rüzgâr ya da odanın sessizliği, en az gitar kadar sesin bir parçasıdır.

Bon Iver – For Emma, Forever Ago (2007): Justin Vernon, Wisconsin ormanlarında bir kulübeye kapanarak bu albümü kaydetti. İzolasyonun sesi, kırılgan bir samimiyete dönüştü. Her tınıda yalnızlık yankılanır.

Sparklehorse – Vivadixiesubmarinetransmissionplot (1995): Mark Linkous, bu projesini; evinin içinde lo-fi koşullarda kaydetmiştir. Arızalı sesler, aslında bir tür itiraf biçimidir. Albüm, kişisel bir kırılmanın ses günlüğü gibidir.

Kayda Sadakat: Ham, Kasıtlı ve Müdahalesiz Albümler

Bazı albümler için kayıt, yalnız bir üretim sürecinden öte, “olduğu gibi kalma” eylemidir. Kusursuzluk yerine anın gerçekliğini taşımak, mükemmellik yerine sahiciliğin peşinde olmaktır. Bu tür yapıtlar, gürültüyü, nefes sesini, mekân yankısını ya da bir hatayı gizlemek yerine müziğin bir parçasına dönüştürür.

Mount Eerie – A Crow Looked at Me (2017): Phil Elverum’un eşinin ölümünden sonra yazdığı bu albüm, ev ortamında, neredeyse canlı çalınan parçalarla kaydedilmiştir. Post-prodüksiyon yoktur. Her ses, bir yasın çıplak hâli olarak sunulur.

Daniel Johnston – Hi, How Are You (1983): Bir boombox’a doğrudan kasete kaydedilmiş bu albüm, çocuklukla kırılganlık arasında gidip gelen samimi kayıtlar içerir. Teknik kusurlar, duygusal doğruluğun kanıtıdır.

Bu tür albümler, dinleyiciye “duymak” ile “tanık olmak” arasındaki farkı hissettirir. Her hatanın, bir nefesin ve bir sessizliğin içindeki gerçeği açığa çıkarır.

Formatla Oynayanlar

Bazı albümler de işitsellikle kalmaz, dokunsaldır da. Sanatçılar, formatla oynayarak müziği bir nesneye, hatta bir performansa dönüştürür.

Tristan Perich – 1-Bit Symphony (2010): Bir CD değil, müzik üreten devre kartı. Kulaklık takıldığında, işlemci melodiyi gerçek zamanlı üretir. Dinleme eylemi, adeta teknolojik bir ritüele dönüşür.

Jack White – Lazaretto Ultra LP (2014): Hologramlar, gizli şarkılar, ters çalan yüzeyler. Plak, bir format olmaktan çıkıp artık neredeyse bir oyun alanına dönüşmüştür.

Wu-Tang Clan – Once Upon a Time in Shaolin (2015): Fiziksel olarak yalnızca bir kopya üretilen albüm, bir sanat eseri olarak müzayedeye çıkarıldı. Müziğin değeri dinlenmesinden bağımsız olarak, sahip olunmasıyle tanımlanmıştır.

Tuhaf ama Gerçek: Egzantrik Albümler

Müzik tarihinde bazı albümler vardır ki, varlıkları bile “şaka olmalı” dedirtir.
Hedef kitlesi insan olmayanlar, kayıt yeri laboratuvar olanlar, hatta sadece bitkiler için bestelenmiş olanlar… Bu örnekler, müziğin hem alıcısını hem de üretim motivasyonunu sorgulatır.

Mort Garson – Mother Earth’s Plantasia (1976): Alt başlığı bile yeterince açıklayıcı: “Bitkiler ve onları seven insanlar için sıcak synthesizer müziği.” Evdeki bitkilerin büyümesini desteklemek amacıyla üretilmiş bu albüm, sadece bir bitki dükkânı ve belirli bir yatak markasının müşterilerine hediye olarak verilmişti. Yıllar sonra, kült bir synth başyapıtı olarak yeniden keşfedildi.

Jim Fassett – Symphony of the Birds (1960): Tamamı kuş seslerinden oluşturulan bu albümde, enstrüman kullanılmadan üç bölümlü bir ‘senfoni’ kurgulanır; kayıtlı seslerle yapılan müzik ve sample tekniğinin erken bir denemesi olarak öne çıkan bir projedir.

 Masami Akita (Merzbow): “Sessizlikten Sonraki Gürültü” bölümünde değinilen Pulse Demon albümünün yaratıcısı Merzbow’un üretim motivasyonu sesin sınırlarını zorlamakla sınırlı değildir. Bazı albümlerini hayvan hakları savunusu amacıyla üretmiş, kimi projelerinde hayvanlara (özellikle kedilere) ithaf ettiği temalar işlemiştir.

Laraaji – Vision Songs Vol.1 (1984): New age ile spiritüel/gospel tınılar arasında salınan bu albüm, ruhani mesajları ve alışılmadık vokal tarzıyla döneminin çok dışında kalmış. Laraaji, New York’ta otoharp çalarken Brian Eno tarafından keşfedilmiş ve bu tanışma onu ambient müzik sahnesine taşımış.

Binaural Beats & Isochronic Tones – Music for Astral Projection (çeşitli sanatçılar):
Binaural beat’ler (her kulağa farklı frekans verilerek oluşan fark frekansı) ve isokronik tonlar (ritmik tekton darbeleri) kullanılarak “lucid rüya”, “astral seyahat” ya da “çakra dengeleme” gibi amaçlarla pazarlanan kayıtlar. Sanatsal/meditatif dinleme alanıyla kesişen niş bir pazar olmakla birlikte, iddia edilen etkiler için bilimsel kanıt sınırlıdır; yorum dinleyiciye kalır.

Julian Cope – Droolian (1990): Tüm albüm, dört kanallı bir kaset kaydediciyle kısa sürede lo-fi koşullarda kaydedildi. Austin, Texas’ta sınırlı sayıda basıldı ve satış geliri, 13th Floor Elevators solisti Roky Erickson’a destek amacıyla bağışlandı. (Albüm özellikle Austin, Texas bölgesinde dağıtılmıştır; çünkü orası Roky’nin yaşadığı ve destek kampanyalarının yürütüldüğü yerdir.)

Matmos – A Chance to Cut Is a Chance to Cure (2001): Albümdeki sesler, liposuction ve çeşitli estetik cerrahi müdahaleler, işitme testleri ve LASIK gibi tıbbi prosedürlerden kaydedilen materyallerin kolajıyla oluşturulmuştur; insan bedenine yapılan müdahalelerin seslerinden kurgulanan bir müzik deneyidir.

Bu albümler, müziği “ne için” yaptığımız sorusuna en beklenmedik cevapları verir.
Kimine göre tuhaflık, kimine göre saf yaratıcılık. Ama hepsi, müziğin sadece kulağa değil, zihne de meydan okuyabileceğini kanıtlama amacında gibi…

Yeni Olasılıklar

Teknoloji, müziği dönüştürmekle kalmadı, varoluşunu da yeniden tanımladı. Sesle birlikte; algoritma, sahiplik, yapay üretim gibi kavramlar da müziğin ham maddesine dönüştü. Bu bölüm, müziğin sınırlarını kodlarla yeniden yazan albümlere ayrılıyor. Yapay zekâdan sanal müzisyenlere, sahiplikten algoritmik besteciliğe kadar her yeni sınır, dinleme biçimimizi değiştiriyor.

James Ferraro – Skid Row (2015): Albüm, Los Angeles’ın kültürel ve sosyal çöküşünü distopik bir atmosferde ele alıyor. Ferraro, şehrin medya tarafından dramatize edilen yüzünü ses kolajları ve dijital parodi estetiğiyle kurguluyor. Fiziksel ve dijital formatlarda genel erişime açık olarak yayımlanan albüm, daha çok içeriksel olarak kent eleştirisine odaklanıyor.

Taryn Southern – I AM AI (2018): Amper Music başta olmak üzere; IBM Watson Beat ve Google Magenta gibi yapay zekâ araçlarıyla bestelenip üretilen, söz ve vokalleri Southern’a ait olan, insan–makine ortak üretiminin erken ve görünür örneklerinden biri.

Gorillaz – Demon Days (2005): Gerçek müzisyenlerin ses verdiği sanal bir grup. Albüm, karakter ve kimlik kavramını yeniden kurgulayarak; müzikte persona, artık sahnede değil ekrandadır algısının ilk örneği.

Gizli Kimlikler ve Sahte Sanatçılar

Müziğin ardındaki yüz, bazen bilerek gizlenir. Kimliğin belirsizliği, eserin anlamının bir parçasına dönüşür. Dinleyici, kiminle karşı karşıya olduğunu bilmeden müziğe bağlanır. Bu durum, sanatçının varlığı kadar yokluğunu da estetik bir tercih hâline getirir.

The Tuss – Rushup Edge (2007): Albüm, Richard D. James’in (Aphex Twin) adı hiç geçmeden yayımlandı. Ancak müziklerin yapısı, üretim tekniği ve ses dili, kimliğini ele verdi. Anonimlik, burada bir gizemden çok bir deney alanıydı.

Captain Murphy – Duality (2012): Başta anonim olarak paylaşılan bu proje, daha sonra Flying Lotus’un alter egosu olarak ortaya çıktı. Albüm, animasyon karakterler ve soyut görsel evrenlerle birleşerek, kimliğin sanatsal bir maske olduğunu hatırlattı.

Bu tür projeler, sanatçının görünmezliğini bir güç hâline getirme amacı taşıyor. Müziğin kendisi, kimliği taşıyanın ötesinde, ondan kaçan bir bedene dönüşüyor gibi…

Sadece Bir Kişinin Duyabileceği Albümler

Bazı albümler, herkes için üretilmez; salt bir kişi, bir an ya da bir cihaz için vardır. Bu çalışmalar, müzikte çoğul deneyim fikrini tersine çevirir. Dinlemenin sınırlarını, duyanın sınırlarıyla birlikte çizer. Bu üretimler, müzikte “tekillik” fikrini öne çıkarır: bir daha tekrarlanamayacak bir ses, kulakta yankılanan bir frekans.

Jean-Michel Jarre – EōN (2019): Uygulama tabanlı bu albüm, yapay zekâ sayesinde sonsuz varyasyon üretir. Hiçbir dinleyici aynı müziği iki kez duyamaz. Müzik, artık bir ürün değil, sürekli değişen bir canlı organizmadır.

Rammellzee – Bi-Conicals of the Rammellzee (2004): New Yorklu avangart sanatçı Rammellzee’nin sınırlı sayıda basılan bu albümü, gotik-fütürist bir evrende geçen karakterlerle kurgulanmış 11 parçadan oluşur. Kayıtların yayılımı oldukça sınırlı kalmış, albüm zamanla erişimi zor bir kült kayda dönüşmüştür. İçeriğiyle olduğu kadar, çevresini saran mitolojiyle de dikkat çeken bu çalışma; müzikte kimliğin, gerçekliğin ve anlatının sınırlarını bulanıklaştırır.

Bu tür yapıtlar, müziği paylaşım ötesinde bir varoluş deneyimi hâline getirmektedir.
Birinin duyabileceği ama kimsenin sahip olamayacağı sesler, geleceğin müzik tanımına dair ipuçları taşır.

Bazı albümleri içinde yer alan şarkıların toplamı olarak değerlendirmeksizin; bir düşünce deneyi, bazen bir manifesto, bazen de bir oyun alanı olarak görüyoruz. Bu albümler, müziğin biçimsel sınırlarını aşarken, dinlemenin anlamını da dönüştürüyorlar. Ve belki de en önemlisi, hâlâ keşfedilecek çok fazla ‘müziğin’ olduğunu hatırlatıyorlar.

Bize sanki tüm besteler çalındı, tüm şarkılar söylendi gibi hissettiren bu dönemde; yine de müziği deneysel kılan, hâlâ yapılmamışı yapma cesareti müziği de dinleyeni de canlı tutuyor gibi…

Benzer İçerikler

spot_img

Son İçerikler

spot_img