Geçmişte veya günümüzde yayımlanan kitaplarla ilgili yorum yapmak, o yazarları, şairleri, eleştirmenleri anmak; onları tekrar gün yüzüne çıkarmak, yeni duygular, yeni düşünceler, şiirler üzerinde çalışmak benim için “sanatın ta kendisi” olmuş artık. Hiçbiri elimizden gelmese de gidenleri anmak, onları düşüncelerimizde yaşatmak, varlıklarını kendi varlığımızda sürdürmek de önemlidir. Hepimizde geçmişin izi vardır kuşkusuz. Yılların bıraktığı, içimize yer edip benliğimize işleyen satırlar, sözler…
Fuzuli: “Aldanma ki şair sözü elbette yalandır” derken bilmem gerçekten öyle mi düşünüyordu. Bunlar uzun uzun ele alınabilecek konular. Demem o ki şiirimizi, eski şiirimizi de okumalıyız. Fuzuli’nin, Bâki’nin gazellerine arada bakmalıyız. Divan şairlerimizin Arapçadan, Farsçadan aldıkları sözler, bize yabancıdır belki ama salınıp gezdikleri bahçenin toprağı buram buram Türkçe kokar.
Gençlere, şiirin, güzel, büyük şiirin daima yaşayacağı hissini vermek gerekir. Türkçe demişken Türk edebiyatını, dilini temizlemeyi kendine dert edinmiş bir eleştirmeni andım geçen gün. Nurullah Ataç, kitaplarına bakınca anlaşılacağı üzere tedirgin bir kişilikti. Düşüncelerimizi yeniliklere iteleyip duran bir tedirginlik. Belki yeni bir “dünya görüşü” yoktu ancak amacı, ona yabancı, anlamını bilmediği bir sözcük yerine, herkes tarafından anlaşılan, Türkçe karşılığını söylemek ve söyletmekti. Dilin, bütün yabancı sözcüklerden arınmasını istiyor, bunun için savaşıyordu. O, tuttuğu bu yoldan hiçbir zaman dönmedi. Ataç’ın kızı Meral Tolluoğlu da “Babam Nurullah Ataç” adlı kitabında onun dil konusundaki hassasiyetini ve aşırılığını yaşadıklarıyla örneklendirmiş:
“Ankara’da, Ziya Gökalp Caddesinde Modern Palas Oteli açılmıştı. Babam, burayı çok sevdiği için hemen her gün akşamüstü gider, hem tanıdıklarıyla görüşür, konuşur hem de bir iki kadeh bir şeyler içerdi. Bir gün eve giderken, babam, otelde Cahit Sıtkı Tarancı’yla oturuyormuş. Tarancı, benim geçtiğimi görünce, ‘Nurullah Bey, Meral Hanım geçiyor’ demiş. Babam, ‘Meral, bak, yanımda kim var? Gel, oturalım’ dedi. Daha oturur oturmaz ‘ne emredersiniz?’ diye garson geldi. Babam, benim içkiyle aramın iyi olmadığını biliyordu. Çok hafif olduğu için arada ‘White Lady’ içerdim. Ben daha ne içeceğimi söylemeden babam, ‘bir ak kadın getirin’ dedi. Garson, haklı olarak anlamadı. Babam yine ‘ak kadın getirin’ deyince bunun sonunun tartışmaya varacağını anlayıp garsona sessizce ‘White Lady istiyorum,” dedim. Bu kez babam, ‘White Lady ne demek biliyor musunuz?’ diye sordu garsona. O da ‘bir içki efendim’ dedi. Babam da ‘içki olduğunu anladık, White Lady’nin anlamı ne, onu soruyorum’ dedi. Garson, babamın sorusuna yanıt veremedi. Garsonun, bu adın anlamını bilemeyeceğini biliyordu babam. Çocuk yaşlarında bir gençti. İçki adlarını öğrenmiş, daha doğrusu öğretmişler, onları söyleyip duruyordu. Babamın amacı, ona yabancı, anlamını bilmediği bir sözcük yerine, herkes tarafından anlaşılan Türkçe karşılığını söyletmekti.”(s.98)
Ataç’ın yerleşmiş kanılara “saygısızca eğilmesinin” altında belki de bu korku gizliydi: Kendini durmadan aşmak isteği. Olgun bir “düşünce geleneği” kurmak istiyordu mutlaka. Sanatta, edebiyatta, dilde hatır-gönül bilmeden, düşündüğünü çekinmeden söylemesi, yerine göre eğlenip gülmesi , onu “Samsatlı Lukianos”a yaklaştırıyor adeta. Ataç, Lukianos için “insanı kurtaran yazarlardandır; yapmaz, yıkar, ama onun yıkışı bir temizlemedir” diyordu. Bugün, televizyonda, sosyal medyada yazılan, konuşulan “ağdalı dili” anlamak mümkün değil. Spikerler sürekli “birazdan yayına bağlanıyor olacağız.” diyorlar. Oysa cümleyi uzatmadan “yayına bağlanacağız” demesi gerekiyor. Başka bir kullanım şekli de “Kaan ilk uçuşunu gerçekleştirecek. Gerçekleştiriyor olacak. Mahkemenin açılışını gerçekleştirdi. Telefon görüşmesi gerçekleştirdi.” Telefonla görüştük, demek bu kadar zor mu? Diğer yanda bazı eleştirmenler “internet slang”i veya “underrated, aşırı underrated, underrated bir koku…” şeklinde yazıyorlar. İyi de neden? Tamam, illa “gülle bülbül”ün aşkından bahsetsinler demiyorum ancak bu yabancı kalıplar da bir sözün karşılığı değil, işin kolayı resmen. Yabancılaşma. Böyle yazınca “teori dili mi” oluyor? Yabancı bir dilde söylenen sözün Türkçede nasıl dile getirileceğidir söz konusu olan. Akademik dili üniversitede kullanabilir. Veya onlara ithaf edilebilir bir kitabı. Okumaya, öğrenmeye ve düşünmeye yönelik uğraşılar pek fazla kişinin hayatında yer etmiyor bugün. Kimse okumuyor çünkü. Zaten bu şekilde okuyucuyla diyalog kurmak imkânsız. Yine geçen gün televizyonda şöyle cümleler duydum ve gerçekten şoke oldum:
“Sana o kadar şokum ki”
“Çantayla ayakkabıyı meçlemiştim(match)”
Oysa sessizce beliren güzellikleri görmeden geçip gidiyoruz çoğu zaman. İlhami Algör’ün kitapları, misal. Politikadan gündelik hayata, sinemadan tarihe geniş bir alana uzanıyor. Üstelik sıkıcı olmadan, hayatın dışına ve teoriye taşmadan.