23.4 C
İstanbul

Enis Akın ve Daha Bir Sürü Şey

Yayınlanma tarihi:

Bir süredir yeni bir çalışmanın içindeyim. Hiç durmadan kitap okuyorum. İlk okumaların, olayların, duyguların, karakterlerin…sürükleyiciliğine kapılıp gitmek olduğunu bir kez daha yaşayarak anladım. Bir şiir hakkında, bir düzyazı, bir romanla ilgili yazı yazacağınız zaman ikinci kez, “ikinci yeniden” deneyimleyerek okumak bilinçaltının değişik katmanlarında dolaştırıyor sizi.

Enis Akın’ın, YKY’den çıkan “Turgut Uyar Şiirinin Oluşumu” adlı kitabını, incelemesini okuduktan sonra, Akın’ın elimde olan tek şiir kitabı Müjgân’ı tekrar okudum. Diğer kitaplarını maalesef alamadım. Ancak elimde Natama dergisinin birkaç sayısı da vardı. Bu derginin sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürüydü Enis Akın. Bildiğim kadarıyla yayın hayatına son verdi derginin. Natama’da da şiirin yanında çeşitli değerlendirme yazıları ele alıyordu. Böylece, Akın’ın fikirleri, duruşu, poetikası hakkında fikir edinebilirdim. Yine de diğer yazarların, şairlerin, eleştirmenlerin kitaplarını yeniden gözden geçirmek, Uyar’la ilgili neler yazıldığına dair ipuçları verebilirdi. Nitekim öyle yaptım. Bu kitaplar:

Turgut Uyar, Elele Okuyalım, Büyük Saat, Korkulu Ustalık.
Füsun Akatlı, Eleştirinin Sesi
Orhan Koçak, Yücel Göktürk, Turgut Uyar ve başka şeyler
Orhan Koçak, Bahisleri Yükseltmek
Cemal Süreya, Güvercin Curnatası
Fethi Naci, Dönüp Baktığımda
Asım Bezirci, İkinci Yeni Olayı.

Şimdi, Turgut Uyar’ın dediği gibi “Bunları açıklamaya çalışacağım” veya Enis Akın’ın 8. sayfada yazdığı şekilde “Bir Uyar portresi vermeyi deneyeceğim.” Tabii, ben de sevgili Akın’ın incelemesine değinmeye çalışacağım. Öncelikle Akın, Uyar şiirinin belirli bir tarih aralığından hareketle, kitapların yayımlanmasından, gazete arşivlerinden, Uyar’ın aramızdan ayrıldığı 1985 yılından, sonrasına kadarki yani 30 yılda 152 referans verdiğini tespit ederek başlıyor incelemesine. Ve tabii ki, Uyar’la birlikte özdeşleşen “İkinci Yeni hareketi, başlangıcı, ilkeleri, poetikası; eleştirmenlerin açıklamaları, İkinci Yeni şairleri ve İkinci Yeni akımının sonu gibi başlıklar açarak geliştirmiştir bu çalışmasını. Biraz daha “derine” inersek, Wittgenstein tavizsiz biçimde modernist bir yabancı, kendini yeniden icat etmeyi asla bırakmayan, asla gerçekten bir yere “ait olmayan” değişken biri olarak gösterir bize kendini ama mevcudiyeti yine de o kadar “ezicidir ki” onu hemen Wittgenstein olarak tanıyabiliriz. “Uyar da, modern öncesinde doğmuş, modern çağı yaşamış ve modern sonrasında bu dünyadan göçmüş bir kuşağa mensuptu.” diyor Enis Akın. (E.A, s40)

Uyar’ın bütün davranışlarına bir tek “Âhlâk”ın yön verdiği görülür. Hiçbir öğretiye bağlı kalmamak, doğruların da, güzelliklerin de değişeceğine inanmak. Eleştiri anlayışında da(Korkulu Ustalık), kişi anlayışında da bu böyledir. “Değişen çevre, kentleşme, modernleşme” içinde “Dünyanın En Güzel Arabistanı ile Türkiyem arasında çok belli bir değişim vardır. “Bu değişimi nasıl açıklıyorsun?” diye bir soru gelir Uyar’a adı belirtilmemiş bir kişiden(E.A, s.78) ve Turgut Uyar şöyle konuşur: “Yaşayan bir şiirin gelişmesi bu değişim…Bu arada insanın kendisi de değişiyor, okudukları değişiyor, yaşı ilerliyor.”

Yazının, düşünceyi saptamada, boyutlandırmada büyük payı vardır elbette. Her kuşak kendinden öncekinin bilgilerinden, deneyimlerinden, yaşantılarından yararlanır. Enis Akın da, aynı ve benzer konuları “Turgut Uyar”da yaşayarak yepyeni içeriklerle zenginleştirmiş. Her edebiyat yapıtı, kendi yapısı içinde bir bütündür. “İletisini” de bu bütünlükte aramak gerekir. Çünkü ondan beklenen, yazınsal yaratının somut anlam düzeyini yaşamla özdeşlemesinden çok, onda çizilen, yansıtılan durumları yaşama ağdırması, yaşamla ilişkilerini bulgulamasıdır. Sevgili Akın şöyle diyor: “İkinci Yeni okurun hayal gücüne daha az yer bırakmayı tavır edinmiş bir şiirdir. Bunu da bireysel deneyimleri önceleyerek başarır, yani öğrenilmiş veya duyulmuş değil bizzat yaşanmış olaydan gelen deneyimin şiirini ortaya çıkartmayı hedefler.” (E.A, s.69)

Bu alıntıda, Fethi Naci’nin, Dönüp Baktığımda adlı eserindeki “Tükenen Bıçak” anısı aklıma geliyor. Uyar’la nerede, nasıl, ne zaman tanıştıklarını anlatan harikulade bir yazı. Ve şöyle devam ediyor Naci: “Dostluğumuz ilerledikçe Turgut’un bazı şiirlerinin ilk okuru olmaya başlamıştım. Ama o şiiri ilkin bir dergide okudum, okur okumaz da ilk üç dizesi belleğime kazındı:

“Ey bilene bilene tükenen bıçak
Bir şeyler yap
Eskimeden gökyüzünün kutlu maviliği”

Bu üç dize günlerce dilimden düşmedi, önüme gelene bu üç dizeyi okuyordum. Eş, dost arasında ne zaman o üç dizeyi okusam Turgut, hafifçe gülümseyerek dinler, bir şey söyleyecek gibi olur, söylemezdi. Sonunda, bir pazar günü, bilene bilene tükenmiş bir bıçak verdi bana. Turgut’un elinden tahta oymacılığı gelirdi; bıçağın sapına güzel bir biçim verdikten sonra bu üç dizeyi kazımıştı. Ve anlattı: Turgut, bu bıçağı, yolunun üstündeki bir kasapta görmüş çok sevmiş, günlerce, aylarca bu bıçağı izlemiş, bilene bilene tükenişini görmüş bu bıçağın ve o şiiri yazmış.”(F.N, s.149-150)

Bu anıyı okuduğumda içimin burulduğunu hissettim. Tüylerim ürperdi! Birkaç gün üst üste okudum yazıyı ve şiiri.(T.U, Büyük Saat, Yakıntısı, s.210) İçimden sürekli tekrar ettim, “Turgut Uyar, bir şiir için, bir kasapta gördüğü bıçağı, aylarca izlemiş…Gide gele. Gele gide.” Elbette duygusallık kokan, yapay, aşınmış imgeleri dışlayışını da, söz örgüsü içinde kullanmasını da “doğallığa” bağlayarak. Şimdiki şairleri hiç düşünemiyorum. Hangisi bir ay boyunca bir bıçağı günlerce izler? Haliyle bazı şiirler öyle “şairane” geliyor ki, okuyunca, şiire uzak düşmüş, düşünceler, sözler düzenli bir sıraya zorla oturtulmuş gibi. Hiçbir diyalektik, yaşanmışlık edimi mevcut değil. Sadece edebi söylemler ve “kurgusallık” şiire formüle edilmiş. Dilde kıvraklık, devingenlik yok. Tutku yok. Uyar’ın besbelli dil kıvraklığından, “konuşma dilinin” sıcaklığıyla, “bir bıçağı aylarca izleyişinden” olacak, yaşamdan bir kesit sunuyor adeta. Bunu, yine Wittgenstein’ın bir açıklamasıyla daha da netleştirelim. “Dilimin sınırları dünyamın sınırları demektir” diyen ünlü aforizmanın ima ettiklerinden biri de ellilerin “gizdökümcülüğünden” yetmişlerin “sahneleme üslubu”na dek Amerikan şiirine egemen olan “kişi kültünün,” bir şekilde dilin dışında yer alan bir “özne kültünün” yavaş yavaş “fikirlerle yapılan şiir” olarak tavsif edilen şeye doğru dönüşmesidir. “Sahneleme üslubu”nu, “anlık aydınlanma anları üretecek mütevazı, son derece maharetle işlenmiş anlatı yapıları yaratma kaygısı ve “retorik öz-bilinçle samimiyeti birbirine bağlama arzusu” olarak tanımlar. “Sahneleme” şiirinde, ince ve göze çarpmayan bir sanat sergilenmelidir. Asıl amaç deneyimi yorumlamak değil, sözcüklerin altında yatan dokunaklı farkındalığı ortaya çıkarmak için dilin sınırlarını genişletmektir. “Düşlenmiş, tasarlanmış konular” bir yana, yaşanmış, somut, herkesin tanığı olduğu bir olay ya da durum değişik bir üslup içinde yazılabilir.

Gelelim, Enis Akın’ın, Attilâ İlhan ve Turgut Uyar arasındaki “çekişmeyi” detaylı bir şekilde anlatmasına(E.A, s.143) “Arkadaş değillerdi” diye başlıyor Enis Akın. Ve devam ediyor, “Pek çok ortak arkadaşları vardı ama ikisi arkadaş olmadılar.” Kitaptan bu konuda daha fazla alıntı yapmayacağım. Bunun heyecanını, ikilinin bulunduğu dönemi, şiirlerini, politik tavırlarını okura bırakıyorum. Ben sadece A. İlhan’ın bir şiirine değinmek istiyorum. Füsun Akatlı da, Eleştirinin Sesi adlı kitabında bahsetmiş bu şiirden. Nâzım Hikmet’in bir şiiriyle karşılaştırarak. “Böyle Bir Sevmek” adlı sekizinci şiir kitabında Attilâ İlhan, şiirlerini şiir üzerine düşünceleriyle destekleme gereği duymuş. Öyle ki şiirler, doğru bir toplumcu şiir anlayışının yetkin örnekleriymişçesine sunuluyor. Bağnaz toplumculuğa, toplumcu sanatı slogana indirgeyenlere, şiiri işportaya düşürenlere içerliyor İlhan. Ancak bu itirazın tam tersini yapıyor şiirinde:

bir çay içer misin yoksa kahve mi
kibritim yok demek cigaraya başladın
ellerin de titriyor bir şeyin mi var
böyle bir kız değildin sen eskiden
sana ne yaptılar sana ne yaptılar
kirpiklerin ıslanıyor durup dururken
o sabah mı çıkmıştın bir gün önce mi
çok değişmişsin birden tanıyamadım. (A.İ, s.13)

Füsun Akatlı da şöyle devam ediyor özetle: “Sana Ne Yaptılar” şiirinde yanlış duygulanımlar, yanlış algılamalar var. Öyle ya, bağnaz toplumculuğa, insanı, duyguyu, şiiri işportaya düşürenlere kızan bir şairdir. Ancak onun karşı çıktığı şiire, şiirle karşı çıkma noktasına getirince eleştirel yaklaşımı da çuvaldız olmuş. Ekteki şiirde, devrimci kız tutuklanmış, işkence görmüş. Peki, işin beşeri yanı, “sana ne yaptılar” yazıklanmasıyla mı vurgulanmalıdır, ah vah’la mı? Önemli olan ne yaptıkları mıdır? Falakaya yatırmışlar, elektriğe bağlamışlar, cop…Bütün bunlar bu kadar soyut mu, bu kadın zavallı mı? Neye karşı olduğumu belirlemek üzere bir karşılaştırma yapayım. İşkence edildikten sonra ipe götürülen bir devrimciyi Nâzım da anlatır:

Soruyorlar
“Bilmiyorum,” diyor, “hayır,” diyor, “söylemem,” diyor.
Ve yeryüzünde bu üç sözden başkasını unutan ses
sıhhatli bir çocuk teni gibi pürüzsüz
ve iki nokta arasındaki en kısa yol gibi düz…
Ses kibirli
fakat artık pürüzsüz değil
kanayan bir yumruk gibi boğuktu

Çatık bir dalgınlık içindeydi

fakat partizan
dışındaydı acının
Ve nasıl derisinin içindeyse
öyle içindeydi öfkesinin ve inancının.

Sevdi, anladı, inandı
ve geçti harekete

İpin ucunda ince uzun boynundan sallanan çocuk
bütün azametiyle insandı. (Memleketimden İnsan Manzaraları,s.440-43)

Hiç kuşkusuz asıl bu şiirde insan bütün boyutlarıyla, toplumsal ve bireysel diyalektiğiyle kavranmakta ve “esnaflığa düşülmemektedir.”

Nâzım Hikmet’in de her yazdığı şiire bayılmam ancak şiirler ortada işte. Oktay Akbal da, Attilâ İlhan’la ilgili bir anısını kaleme almış. Orada da, İlhan’la ilgili şöyle diyor: “Birkaç şiirini okumuştu bize. Okuyuş tarzındaki o Namık Kemalvari edaya hepimiz içerlemiştik. Acıklı bir sesle mısraların üzerinde duruyordu. Zeki bakışına rağmen yirmi yaşlarında bir gençteki o çok bilmiş insan halini sevmemiştim.”(Şairler ve Ben, s.104)

Burada İlhan’ı “kötülemek” ya da “karalamak” değil amacım. Sadece daha önce yazılanlara yer veriyorum. Nitekim Akbal’la ilerleyen günlerde çok iyi arkadaş olmuşlar. Enis Akın’ın kitabından çok, diğer şairlerden bahsettim, farkındayım. Edebiyatla, şiirle fazla ilgilenince her kişi birbirinde tamamlanıyor. Kitaplar ve karakterler zamanla karşınızda somutlaşıyor. Nitelikli kitaplardan bahsederken “kuramsal analizler” yapmayı tercih etmiyorum. Akademisyen olmadığım için kendimde bunu hak görmüyorum. Ben sadece “belirli bir sayfadan veya tek bir uzun şiirden” yola çıkıyorum. Diğer türlü, detaylı bir açıklama, okura ve yazara haksızlık. Enis Akın, sözü şiire dönüştürmenin de; bilgi, birikim ve gözlemlerini bire bir yaşayarak, yoğun bir çabanın sonucunda bize, Turgut Uyar’ın şiirine son derece objektif bir bakışla, okurlara ve edebiyat kanonuna, dil ve düşüncenin tadına varmanın ince yollarını gösteriyor bu kitapla. Dileğim, bir öğretim görevlisinin veya yetkin bir eleştirmenin, şairin teorik olarak bu kitabı değerlendirmesidir. Aslında daha bir sürü şey yazmak istiyordum. Enis Akın’ın, Natama dergisindeki alıntılarına, Turgut Uyar’ın, Attilâ İlhan’ın “sinematografik” bakışına ilişkin birtakım notlar eklemek istiyordum. Hatta “dil zabıtalığımı” burada da gösterip sevgili Akın’ın kullandığı yanlış noktalama işaretlerinin, konulmamış virgüllerin, gereksiz kesme işaretinin nerelerde olduğunu belirtecektim. Ancak, Enis Akın’ın şiirinden gelen bir güvenle, bu işaretlere dikkat etmediğinin de farkındayım. Çünkü “şiirde gramer koşulu aramaya kalksaydık ‘İkinci Yeni’ diye bir akım olmazdı.”(Suha Çalkıvik)

Benzer İçerikler

spot_img

Son İçerikler

spot_img