10 C
İstanbul

Kürtler Çatışmadan Yoruldu!

Yayınlanma tarihi:

Türkiye 2013-2015 arasında Kürt sorununun çözümüne yönelik çok trajik sonuçlanan bir süreci deneyimledi. Akademisyen, yazar Vahap Coşkun o dönemde oluşturulan “Akil İnsanlar Heyetinin” üyelerinden biriydi ve sürecin içeriden, bütün boyutlarıyla takipçisiydi.  1 Ekim 2024 tarihinde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin sürpriz çıkışıyla başlayan yeni süreç her ne kadar gün be gün değişen Türkiye ve dünya gündeminin gölgesinde kalmışsa da ilerlemeye devam ediyor. DEM temsilcilerinden oluşan bir heyet önce İmralı’ya, ardından TBMM’de grubu bulunan siyasi partilere uzanan bir dizi ziyaretle süreci olgunlaştırmaya çalışıyor. Öncekinden farklı olarak kamuoyu önünde fazlaca tartışılamadığından yeni süreç çok sayıda soru işaretini barındırıyor. Vahap Coşkun’la Diyarbakır’da, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki odasında buluştuk ve 2013-2015 süreci ile bugünkü sürece ilişkin düşüncelerini sorduk. Tıpkı Diyarbakır sokaklarında konuştuğum insanlar gibi “temkinli” bir iyimserlik içerisindeydi Vahap Coşkun. Suriye’de yaşanan gelişmelerin, yeni süreci olumlu yönde etkileyeceğini düşünüyor ve  büyük bir hata yapılmazsa bu kez silahların gerçekten devreden çıkabileceğine inanıyor… Sinan Dirlik, Diyarbakır, Şubat 2025

Yeni Süreç Öncekinden Çok Farklı Konjonktürde İlerliyor

Sinan Dirlik: Türkiye, Devlet Bahçeli’nin sürpriz çağrısı ile tam olarak adı konmamış olsa da yeni bir çözüm sürecine girdi. Siz 2013-2015 dönemindeki süreci yakından bilen bir insansınız. Bir kıyaslama yapmanızı rica edeceğim. Önceki çözüm süreci ile bugünkü süreç arasında ne gibi farklar görüyorsunuz? Vahap Coşkun: En önemli fark tabii sürece destek verenler ile karşıt olanların profili. En güçlü karşıtlık MHP’den geliyordu. MHP bu süreci bir “ihanet süreci” olarak nitelendiriyor, hem mecliste hem sokakta çok ciddi bir tepki sergiliyordu. Örneğin Akil İnsanlar Heyetlerinin neredeyse 81 ilde gerçekleştirdiği tüm toplantılara karşı geliştirilen protesto eylemlerinin arkasında ya doğrudan MHP teşkilatı ya da MHP ile bağlı veya yakın kuruluşlar yer alıyordu. Yine CHP’nin o dönemde çok da heveskâr bir tutum içerisinde olduğunu söyleyemeyiz. Kılıçdaroğlu “ben Erdoğan’a bir kredi açtım” demiş, Erdoğan da “Senin kredine ihtiyacımız yok” deyince CHP sürecin karşısına geçmişti. Yani açık ve net olarak karşısında olduğunu söyleyemesek bile destekleyen bir pozisyon da sergilemediğini söyleyebilirim. Bence şu anda en büyük farklılık bu. Şu anki süreç bir nevi MHP’nin inisiyatifi ile başladı. Dolayısıyla önceki süreçte tamamıyla karşı olan aktör, bu sürecin en önemli destekleyicisi hatta sürükleyicisi. 
Fotoğraf: Haftalık
Sinan Dirlik: CHP 2013-2015 dönemine göre daha mı olumlu bir noktada duruyor yoksa nötr kalmayı mı tercih ediyor? Vahap Coşkun: Başlangıçta çok daha olumluydu. Hatta bana kalırsa Sn. Özgür Özel CHP tarihiyle, CHP ruhuyla kıyaslandığında son derece özgürlükçü, son derece ileri laflar etti. “Kürtlere bir devlet vaat ediyoruz! Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit vatandaşları olmayı vaat ediyoruz” dedi. “Kürtler bizim sorunumuz var dediği sürece bu ülkede Kürt sorunu vardır” dedi. Bunlar bence CHP için hayli radikal sayılabilecek söylemler. Bir anlamda süreci hem sahiplenen hem de ona yön vermeye çalışan bir çizgiydi bu. Ancak sonradan sanırım tabandan gelen eleştiriler, CHP’ye yakın medya ve kanaat önderlerinin süreç karşısındaki negatif tutumları belirleyici oldu ve CHP biraz daha frene bastı. O ilk baştaki, 1 Ekim’den sonraki gibi desteleyen, ilerletmeye çalışan bir pozisyon içerisinde görünmüyor. Ama yine de halen karşıt bir pozisyonda olduğunu söylemek de mümkün değil. “Komisyonlar kurulsun”, “Şehit ailelerinin gözlerinin içine bakarız” gibi söylemler kullanılsa da açık ve net karşıt bir pozisyonda değil. Dolayısıyla genel olarak şunu söyleyebilirim: Meclis’te İYİ Parti dışında bu sürece ilkesel olarak karşı çıkan bir siyasi parti grubu yok. Bu anlamda Meclis’te geniş bir uzlaşmanın sağlandığını söyleyebiliriz. Bu oldukça önemli. Çünkü ileride konuyla ilgili yasal düzenlemeler yapılacaksa bu Meclis’te yapılacak. Bu açıdan Meclis’teki geniş uzlaşı büyük önem taşıyor. Bence en önemli farklılıklardan biri bu. İkinci önemli farklılık toplumun verdiği tepki. 2013-2015 sürecinde bu konuyu konuşmaya başladığımızda toplum buna çok sert bir tepki vermişti. Hatta hatırlıyorum, dönemin Başbakanı Erdoğan ilk Akil İnsanlar toplantısında konuyla ilgili bölge bölge, halkın bu sürece ne kadar destek verdiğini ölçen geniş bir kamuoyu araştırması yaptırdıklarını aktarmıştı. O dönemde kamuoyu desteği %30’lardaydı. Süreç ilerledikçe destek %70’lere yükselmişti. Şimdi ise bir takım tabu kırıcı söylemler geliştiriliyor. Mesela Bahçeli, Öcalan’ın Meclise gelip konuşma yapmasından, umut hakkından bahsediyor. Benzer biçimde MHP yöneticileri Misak-ı Milli’nin Kürtlerin ve Türklerin ortak vatanı olduğunu vurguluyorlar. Sokakta konuyla ilgili büyük bir karşıtlık havası görülmüyor. Ben toplumun bu anlamda siyasi aktörlere sessiz bir onay verdiğini düşünüyorum. Yine yapılan kamuoyu araştırmaları halkın yarısına yakınının yeni bir süreçte buna destek vereceğini beyan ettiğini söylüyor. Bütün bunları göz önüne aldığımda geçen döneme oranla en azından başlangıç noktasında daha büyük bir desteğin olduğu kanısındayım. Üçüncü önemli farklılık ise tabii Suriye’deki gelişmeler. Suriye meselesi geçen çözüm sürecinin hem başlama hem de bitiş sebebi olmuştu. PKK’nin Suriye’de kontrol edebileceği bir alan bulması, Türkiye’de bir güvenlik tehdidi olarak algılanmıştı. Buna karşılık PKK bunu tarihi bir kazanım olarak nitelendirmişti. Aradaki uçurum çok genişti ve o uçurumu kapatmak, orta bir noktada buluşabilmek mümkün olamadı. İlk çözüm süreci o nedenle sona erdi. Bugün baktığımızda ise Suriye’de yeni bir tablonun oluştuğunu görüyoruz. Yeni bir denge söz konusu orada ve bu yeni dengenin tarafları uzlaşmaya biraz daha yatkın kılacağı düşüncesindeyim. Önceki dönem kadar keskin bir karşıtlık görmüyorum.

Diyarbakır Sokakları Temkinli

Sinan Dirlik: Önceki çözüm sürecinde Diyarbakır’a geldiğimde büyük bir heyecan ve coşku vardı. İnsanlar konuşmaya çok meyillilerdi. Şimdi ise oldukça temkinli bir hava var. Siz de gözlemliyor musunuz bunu ve neye bağlıyorsunuz? Vahap Coşkun: Doğru. Bunun 3 nedeni var bence. Birincisi 2016-2024 arası dönemde çok keskin bir güvenlik politikası izlendi. İnsanlar hala o güvenlik politikalarının etkisinde. Sürece dair görüşlerini dile getirdiklerinde yarın başlarına ne geleceğini bilemiyorlar. Bu 8 yıllık baskıcı dönemin etkileri insanların üzerinde hala net biçimde görülüyor. Birinci neden bu bence. İkinci olarak, önceki dönemden farklı olarak tarafların henüz açık ve net biçimde deklare ettikleri bir süreç yok. Oysa o dönemde açıkça bir süreç ilan edilmiş, hükümet yoğun bir kampanya yürütmüş, insanlar da sürecin içerisine girerken kendilerini çok daha rahat hissetmişlerdi. Oysa şimdi Hükümet bir sürecin olmadığını söylüyor ve bu sürece bir isim vermekten de kaçınıyor. Muhtemelen ilk dönemin bazı olumsuzluklarını yaşamak istemiyorlar. Üçüncü nokta tabii önceki süreç bir “ilk” ti, ilk kez böyle açık bir süreç ilan edilmişti ve bu, insanları heyecanlandırmıştı. Medya, sokaklar, ilk kez öyle bir tecrübe yaşıyorlardı ve sürecin heyecanını derinden hissediyorlardı. Şimdi ise ikinci bir tecrübenin içerisindeyiz ve ilkinden hayli hırpalanmış bir tecrübeyle bugüne geldi insanlar. O nedenle biraz daha temkinli olmalarını doğal karşılıyorum. Tabii bir de henüz her şeyin başındayız. Ekim’den bu yana 4-5 aylık bir süreç geçti, anlaşılan o ki hazırlık aşamaları var işin içerisinde. Henüz hala başındayız diyebiliriz. Yarın öbür gün daha somut adımlar atılmaya başlandığında heyecanın da biraz daha yükseleceğini, desteğin artacağını düşünüyorum ben. Sinan Dirlik: Batı açısından ya da Türk sorunu açısından daha kolay çözülecek gibi görünüyor, zira milliyetçi aktörler devrede. Ama Kürtlerin yaşadıkları travmayı atlatabilmeleri o kadar kolay olacak mı? Vahap Coşkun: Burada iki önemli sosyolojik veri var bence. Kürtlerin çatışmadan yorulduğunu düşünüyorum. Gerçekten de siyasal aidiyetlerinden bağımsız olarak ister AK Partili olsun ister CHP’li olsun, siyasal aidiyetlerinden azade olarak insanlar çatışmalardan yoruldu. Sinan Dirlik: Ama uzun zamandır sıcak çatışma yaşanmıyor? Vahap Coşkun: Zihni yorgunluk var. Bir yandan eller halen silahta. Bu bir kaygı sebebi. Aynı zamanda bu durum hükümetin insanların demokratik taleplerini, siyaset alanını baskılayan bir tutum almasına neden oluyor. Yani silah hiç kullanılmasa bile onun elde tutulması, devrede olduğunun bilinmesi bir taraftan insanları ziyadesiyle yoruyor. Diğer taraftan devletin baskıcı politikalarının devamı için bir gerekçe yaratıyor. O nedenle böyle bir yorgunluk var. Artık b silah meselesinin tamamıyla gündemden düşmesi konusunda bence Kürt mahallesinde büyük bir mutabakat var. Bu sorunun silahla çözülmeyeceği, siyasetin birincil devrede olması gerektiğini, muhatabın siyasiler olduğu şeklindeki bilinç bence artık Kürtlerin çoğunun paylaştığı bir bilinç. O nedenle siyasete alan açacak bir girişim Kürt mahallesinde ciddi bir karşılık bulur. Tabii bir de Kürtlerin sosyolojisinde önemli bir değişim var. 1990’ların Kürt sosyolojisi yok artık. Orta sınıflaşan, şehirleşen, nüfusunun daha büyük bir bölümünün okur yazar olduğu, Türkiye ve dünya ile daha entegre bir Kürt sosyolojisi var artık. Şimdi bir şekilde orta sınıflaşan bu sosyoloji bir yandan kendi kimliğine dair taleplerini daha yoğun bir şekilde dile getirirken bir taraftan da radikallikten uzaklaşıyor. Şiddetten, çatışmadan, silahtan uzaklaşıyor. O yüzden süreç ete kemiğe büründükçe, Kürt mahallesi de bu sürece desteğini daha güçlü bir şekilde gösterecektir bence. Türkiye kamuoyunun geneline baktığınızda batıdaki desteğe oranla Kürtlerin desteği daha yoğun olacaktır ki bu çok normal. Dünya tecrübeleri de bize bunu gösteriyor. Çatışmaya doğrudan muhatap olan, çatışmadan birincil derecede mağdur olan kesimlerin barışa yönelik girişimlere destekleri her zaman daha fazla olur. Buna karşılık çatışmayı uzaktan yaşayan, birinci dereceden o çatışmanın içerisinde olmayan kesimler ise bu tür barış girişimlerinde daha mütereddit davranabilirler. Mesela Kolombiya’da yapılan bir araştırmada çatışmaların en yoğun olduğu bölgelerde barış girişimlerine destek çok yüksekken, çatışmaların neredeyse hiç yaşanmadığı bölgelerde ise karşıtlık çok daha yüksek oldu. O yüzden ben siyaseten çözüm arayışlarına Kürt sokağının büyük bir destek vereceğini düşünüyorum. Sinan Dirlik: Türkiye sınırları içerisinde çatışmalar fiilen uzun zaman önce sona ermiş olmasına rağmen devlet ve MHP bir barış süreci başlatma ihtiyacı hissetti. Bunu sadece Suriye’deki gelişmeler üzerinden mi okumamız gerekiyor? Vahap Coşkun: Hiçbir sosyal olay tek bir nedenle açıklanamaz elbette fakat benim kanaatim, özellikle milliyetçi kesimi bu tür bir arayışa iten en önemli faktör bölgesel dinamikler. Ortadoğu’daki belirsizliğin Türkiye açısından hem ciddi bir tehlike yarattığını hem de önemli bir fırsat yarattığını gördüler. O zaman da tehlikeleri azaltıp fırsatları artırmak gerektiğini düşündüler. Bunun gerçekleşebilmesi için yapılması gereken en önemli iş PKK’ye silahlarını indirtebilmek. Dolayısıyla bunun üzerinden harekete geçtiler. Muhalif kesimlerin bir kısmı bunu sadece iç siyasetle ilintili olarak yorumluyorsa da ben bunun çok doğru olduğu kanaatinde değilim. Sırf iç politika olsaydı, çok daha milliyetçi bir siyaset izleyerek Zafer Partisi’ni, İyi Parti’yi de yanlarına çekerek bir konsolidasyona gidebilirdi Cumhur İttifakı. Bence sadece iç politikaya dönük bir çıkış noktası yok. Ama bakın bu süreç ilerler ve hükümetin beklediği şekilde sona erer, PKK silahlarını susturur, 40 yıllık çatışma dönemi nihai olarak biterse bunun hiç kuşkusuz iç politika yansımaları da olacaktır. Süreci birlikte yürüttükleri için AK Parti ve Cumhur İttifakı ile DEM Parti arasında bir yakınlaşma meydana gelecektir. Eğer Kürt sorununa dönük bir takım yasal ve anayasal değişiklikler söz konusu olursa örneğin Cumhurbaşkanının tekrar seçilebilme şartlarına ilişkin düzenlemeler de söz konusu olabilecek. Dolayısıyla bence ana motif bölgesel dinamikler, Suriye’de yaşanan gelişmeler olmakla birlikte bunun arkasından elbette bir takım iç politik hesaplar olabilir. Sürecin kaçınılmaz biçimde iç politik sonuçlar doğuracağını düşünüyorum.

Düğüm Suriye’de Çözülecek

Sinan Dirlik: Öcalan’ın hala güçlü ve etkili bir aktör olduğunu düşünüyor musunuz? Evet PKK’nin kurucusu fakat 1999’dan önceki gücü ve etkisini koruyor mu yoksa artık sadece sembolik bir aktör mü? Vahap Coşkun: 1999’dan önceki Öcalan ile 1999 sonrası Öcalan elbette farklı. 1999’dan sonra örgütle iletişimi son derece sınırlı tutulan, ancak devletin gerekli gördüğü durumlarda örgütle iletişim kanalları açılan bir Öcalan var. Dolayısıyla Öcalan’ın PKK üzerinde ruhani liderliğinin devam ettiğini ama fiili liderliğin çok uzun bir süredir Öcalan adına hareket eden bir komite tarafından yürütüldüğünü söyleyebiliriz. Fakat bu durum, bazı kesimlerin ileri sürdüğü gibi Öcalan’ın Örgüt üzerinde hiçbir etkisinin olmadığı anlamına gelmiyor. Nitekim bugün Kürt meselesinde adı geçen birtakım adresler, işte Suriye’deki YPG olsun, Kandil olsun, Avrupa’daki diaspora olsun, DEM Parti olsun, Edirne’deki Demirtaş olsun, hepsi halen Öcalan’ı işaret ediyorlar. Dolayısıyla bütün bunlar Öcalan’ın hala çok önemli bir gücünün ve etkisinin olduğunu gösteriyor. Sinan Dirlik: Gücü ve etkisi, bir çağrı yaptığında bütün bu unsurların bu çağrıya uyacağı anlamına geliyor mu peki? Vahap Coşkun: Şimdi ben burada meselenin asıl düğüm noktasının Suriye’deki gelişmeler olduğunu düşünüyorum. Türkiye, Suriye’deki Kürtlerle, oradaki Kürt yapısıyla ilişki geliştirebilirse, orada bir uzlaşma noktasına varabilirse Öcalan bir çağrı yaptığında herkes bu çağrıya uyar. Sinan Dirlik: YPG üzerinde bu denli güçlü bir etkisi var mı Öcalan’ın? Vahap Coşkun: Öcalan çok ciddi bir anlam ifade ediyor YPG açısından. Şu anda YPG’yi yönetmekte olan Mazlum Abdi, Öcalan’ın bir nevi manevi evladı olarak görülüyor. Öcalan’ın perspektifini çok yakından paylaşan bir aktör. Suriye’deki yapının yani YPG/PYD’nin de temel talebi Suriye’nin geleceğinde bir söz sahibi olabilmek. Bu, Türkiye ile çatışarak olabilecek bir iş değil. Suriye’nin geleceğinde daha iyi koşullarda yer alabilmenin yolu Türkiye ile uzlaşmaktan geçiyor. Dolayısıyla bu uzlaşıyı sağlayacak bir formül ortaya çıktığında, Öcalan’ın çağrısıyla PKK’nin de YPG’nin de kabul edeceği bir formül olur bu… Ancak böyle bir uzlaşma olmazsa, Öcalan’ın da böyle bir çağrıda bulunacağını zannetmiyorum. Sinan Dirlik: Öcalan’ın ancak belirli bir uzlaşı sağlandıktan sonra çağrı yapacağını söylüyorsunuz yani? Vahap Coşkun: Öcalan eğer çağrısının PKK tarafından kabul edileceğine inanmazsa, buna ilişkin bir güvence almazsa böyle bir çağrıda bulunmaz. Ama bir çağrıda bulunursa, bu belirli bir uzlaşı zemininde yapılmış bir çağrı olacağından PKK de buna uyar diye düşünüyorum. Bu anlamıyla Kandil’in ikna edilmesi, Suriye’nin de anahtarı ve bence bu konuda zaten görüşmeler yapılıyor. Sinan Dirlik: Aynı anda hem Kandil hem Suriye ile? Vahap Coşkun: Evet, zaten medyaya da yansıdı birtakım temaslar ve taraflar da bunu herhangi bir şekilde yalanlamadılar. Mesela YPG bazen ABD, bazen koalisyon güçleri aracılığıyla temaslarda bulunduğunu ifade etti. Kandil de 2021’de bu yana Türkiye ile bir şekilde görüştüklerini söyledi. Yani bu tür temaslar yapılıyor zaten. Hem Mazlum Abdi hem İlham Ahmed Türkiye ile aracılar vasıtasıyla görüştüklerini ifade ettiler. Dolayısıyla bu temasların akıbeti, Türkiye’deki yeni çözüm sürecini de doğrudan etkileyecek. Orada bir uzlaşı olması halinde ben Türkiye’deki sürecin çok daha ivmeli bir şekilde devam edeceğini düşünüyorum. Sinan Dirlik: Anladığım kadarıyla çok kırılgan bir yapı var? Vahap Coşkun: Hiç kuşkusuz! Ama bu süreçlerin doğası böyle zaten. Bazen çok iyi ilerlediğinizi düşünebilirsiniz ama bir anda her şey ayağınızın altından kayabilir. 2013-2015’te de böyle olmuştu. Sinan Dirlik: Tam da onu soracağım. Ne oldu o dönemde? Süreç nasıl çöktü bir anda? Vahap Coşkun: Orada bir takım temel problemler vardı. Biliyorsunuz ben de o dönemde Akil İnsanlar heyetinde yer almıştım. Bir akademisyen olarak benim için muazzam bir deneyim olmuştu o süreç. O sürecin kendisinden kaynaklanan birtakım sıkıntılar vardı. Her şeyden önce sürecin mimarisinde problem vardı. Taraflar arasında herhangi bir sorun çıktığında bu sorunu ortadan kaldırabilecek bir mekanizma öngörülmemişti ki en ön önemli problemlerden biri buydu bence. İkincisi de yine mimarideki temel problemlerden biri, süreç çok fazla iç siyasete odaklı bir şekilde, seçimlere ayarlı bir şekilde yürütülüyordu. İşte mesela “Seni başkan yaptırmayacağız” kampanyası. Buna karşı hükümetin milliyetçi bir dile savrulması… Bunlar tamamen iç politikaya, kısa vadeli seçim hesaplarına yönelik olarak yürütülen işlerdi. Yine o dönemde süreç ile kamu düzeni arasında bir denge kurulamamıştı. Mesela bölgede sürecin ilerlemesinden kaynaklanan büyük bir memnuniyet vardı ama aynı zamanda bir korku da vardı. Kamu düzeninin ortadan kalktığını, PKK’nin gündelik hayata hâkim olduğunu, bunun ciddi tehdit oluşturduğunu düşünen bir kesim de vardı ve orada da önemli problemler yaşanıyordu. Zamanında atılması gereken adımlar zamanında atılamıyordu. Bu da bir sonraki dönemde, o adımlar atıldığında kendisinden beklenen etkiyi doğurmuyordu. Bana göre tüm bu mimari problemler her şeye rağmen giderilebilirdi. Bir şekilde tolere edilebilir problemlerdi ya da zaman içerisinde, pratiğin içerisinde, öğrenilerek giderilebilir problemlerdi. Ama orada dengeyi asıl bozan Suriye sahası oldu. Esed’in kendisine yeni bir cephe açmamak için Kürtlere bir alan teslim etmesi, bu alanın silahlı olan YPG’nin kontrolüne geçmesi, YPG’nin PKK ile bağlantılı olması devlet açısından muazzam bir tehlike olarak algılandı. Bu modelin daha sonra Türkiye için de uygulanabileceği korkusunu tetikledi. Bu korku ciddi bir kırılmaya yol açtı ve o kırılma toparlanamadı. Bir de tabii o sürece dair şunu da söylemek mümkün; Ortadoğu’da böyle bir süreç yürütülürken bölgedeki diğer ülkelerin de bu sürece nasıl baktıkları, destekleyip desteklemedikleri son derece önemli. İran, geçen çözüm sürecinde ciddi biçimde sabote edici bir tutum takındı. Bu, artık aktörler tarafından da açıkça deklare ediliyor… Diğer yandan yine Avrupa Birliği ve ABD’nin de sürece güçlü bir destek vermediklerini söyleyebiliriz. Dünya literatürüne baktığınızda, çatışma çözümlerine baktığınızda bu tür süreçlerin başarılı olabilmesi için tüm aktörlerin uyuşmaları son derece önem taşıyor. Yani devlet isteyecek çözümü… Örgüt isteyecek, halk isteyecek ve bir de dış aktörler de isteyecek, istemekle kalmayıp destekleyecek…. Bir çözüm süreci ancak bu şartlarda daha iyi bir şekilde rayında ilerleyebilir… Barışın inşa edilmesinde AB’nin, ABD’nin çok doğrudan etkisi var bu tür süreçlerde… Ama o süreçte özellikle dış aktörler desteklemediler. Bir başka açıdan bakılırsa mesela Güney Afrika örneği var. Apartheid rejiminin sona ermesinde, dünyanın tamamının Güney Afrika rejimini adeta lanetlemesinin çok büyük etkisi var. Dış aktörlerin etkisi bu kadar önemli ve kıymetli. 2013-2015 sürecinde bence dış aktörler müspet değil hatta neredeyse tamamen menfi manada rol oynadılar. Sürecin çökmesindeki en önemli faktörlerden biri buydu bence…

Her Şeye Rağmen Olumlu Bir Konjonktür Var!

Sinan Dirlik: Peki ya şimdi? Vahap Coşkun: Şimdi şunu görüyorum; özellikle ABD’nin Suriye’deki yeni yapılanmada iki müttefikini belirli bir noktada uzlaştırma çabası içerisinde olduğunu görüyorum. Türkiye ile YPG’nin karşı karşıya gelmemesini, tam tersine iş birliği yapabilmeleri için gayret sarf edildiğini görüyorum. İkinci olarak, Suriye sahasına baktığınızda ağır bir iç savaştan geçildi. Suriye’deki aktörler de artık iç savaşın devamını istemiyorlar. Bir an önce Suriye’nin yeniden inşasına girişmek istiyorlar. Dünya da bunu destekliyor. Bu durum Türkiye’deki süreç açısından daha olumlu bir ortam oluşturabilir. ABD’nin pozisyonunu güçlendirir. Sinan Dirlik: Peki ya diğer aktörler açısından bu o kadar da tercih edilir bir durum mu? Vahap Coşkun: Şimdi hiç kuşkusuz herkesin orada kendince birtakım hesapları var. Ama Suriye’de dengeler önemli oranda değişti. Mesela 8 Aralık’tan önce oradaki temel belirleyici aktörler İran ve Rusya idi. Ama şimdi bu iki aktörün de eski belirleyiciliği yok. İran’ın bütün vekil güçleri ciddi biçimde tahrip edildi. Dolayısıyla İran şimdi daha çok kendi iç işleriyle meşgul olmak durumunda. Rusya da büyük ihtimalle ABD tarafından Suriye’deki kazanımları garanti etmek koşuluyla, özellikle Ukrayna savaşından kaynaklanan sebeplerle sahadan çekiliyor. ABD’nin daha belirleyici olduğu bir döneme giriyor gibiyiz. Sinan Dirlik: ABD orayı tahkim ettiği takdirde, İran açısından artık sonun başlangıcı olacak diyebilir miyiz? Vahap Coşkun: Hiç kuşkusuz ABD’nin Suriye sahasında iki temel stratejik hedefi var. Birincisi İran’ı sınırlandırmak, ikincisi de tabii İsrail’in güvenliğini sağlamak. Tam da bu nedenlerle ABD bölgedeki iki müttefikinin karşı karşıya gelmesini istemez. Suriye’de onların iş birliği yapmaları, ABD’nin zemine daha sağlam basmasına sebebiyet verebilir. Bu açıdan ABD’nin yeni süreçte destekleyici rol oynayacağını düşünüyorum ki en azından şu ana kadar öyle bir rol oynadılar. Nitekim HTŞ ile SDG arasındaki görüşmelerde ABD etkin rol oynuyor. Benzer biçimde Türkiye ile SDG arasındaki görüşmelerde de… Sonuç itibarıyla dış konjonktür açısından yeni sürecin 2013-2015’e oranla daha olumlu bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Sinan Dirlik: İyimsersiniz? Vahap Coşkun: Valla ben zaten iflah olmaz bir iyimserim. Arkadaşlarım bu yüzden eleştirirler beni. Ama zaten tüm sorunlara optimist bir perspektiften bakmadığınız takdirde sorunları çözebilmek için gerekli motivasyonu da bulamıyorsunuz. Ben “buradan bir şey çıkmaz” demenin son derece yanlış olduğunu düşünüyorum. İstenirse çözülebilir. Buradan olumlu bir sonuç çıkması için biz ne yapabiliriz, bizim buradaki sorumluluğumuz ne? Ben bu açıdan yaklaşıyorum meseleye. Tabii burada bir zorunluluk yok. “Mutlaka” barışın olabileceğini söyleyemeyiz elbette, bunu hiç kimse garanti edemez. Doğru, bir zorunluluk yok ama bir sorumluluk var. Evet, burada hepimiz sorumluyuz. Barışa yönelik bir kapı açılmışsa, çatışmaların son bulmasına yönelik bir kapı açılmışsa bu kapıyı omuzlamalı, zorlamalıyız. Sürece ilişkin talepleri, nasıl olması, nelerin yapılması, hangi mekanizmaların çalıştırılması gerektiğini dile getirmeliyiz. Benim bakış açım bu. 2013-2015 sürecine kıyasla çözümün imkânları bugün daha fazla. Ama tabii ki aktörlerin tüm becerilerini göstermelerine bağlı bu sürecin geleceği…

Kürtler Çatışmadan Yoruldu!

Sinan Dirlik: Önceki yıllarda geldiğim Diyarbakır ile bugün gördüğüm Diyarbakır arasında çok keskin bir sınıfsal ayrışma ile karşılaştım. Çok ciddi bir yoksulluk ile çok ciddi bir servet birikimi yan yana! Bunun bir sonucu sanırım, daha önce görmediğim bir öfke birikimi gördüm bu kez. Özellikle gençlerden daha önce duyacağıma ihtimal dahi vermediğim bir cümle duydum örneğin: “Artık göbekliler için kendi hayatımızı riske atmayacağız” ifadesini Diyarbakır’da duymak beni çok şaşırttı. Bu ayrışmayı siz de görüyor musunuz? Bunun sonuçları sahaya nasıl yansır? Vahap Coşkun: Tabii, fiziki olarak da mekânsal olarak da baktığınızda bu ayrışmayı görmek çok mümkün. Kayapınar’a, 75’e, Sur’a, Alipaşa Mahallesine, Bağlar’a baktığınızda bu ciddi ofarklılaşmayı görebilirsiniz. Türkiye’nin tamamındaki gelir dağılımı bozulması, ekonomik politikaların yarattığı handikaplar burada da kendisini gösteriyor. Hiç kuşkusuz bunun siyasal davranışlara da yansıması olacak. Artık bir şeyleri olan, kaybedecek bir şeyleri olanların siyasal davranışları da daha kontrollü oluyor. Bu yeni durum belirli kesimlerin eskisi kadar risk almalarını engelliyor, eskisi gibi risk almamaları gerektiği kanaati bir şekilde yaygınlaşıyor. Ciddi bir sosyolojik değişim bu. Sinan Dirlik: Bu sadece ekonomideki değişimle okunabilecek bir şey mi peki? Kandil’in yanlışlarını da daha önce hiç duymadığım kadar açık bir dille ifade ediyor insanlar. Bu yeni durum, örgütün kitleler üzerindeki mobilizasyon gücünü nasıl etkiler? Artık kolay kolay kimsenin bir talimatla kepenk indireceği, sokağa döküleceği bir mobilizasyon gücü kalmamış gibi görünüyor? Vahap Coşkun: Evet ekonomik değişkenler önemli hiç kuşkusuz ama öte taraftan Kandil’in son derece yanlış politikası, toplumun değişen sosyolojinin taleplerini göz ardı etmesi de burada etkili, sizin de vurguladığınız gibi. O dönemde ikili bir hayat vardı. Hatta şöyle diyordu bazı insanlar, geçmişte Beyrut’a bakıldığında, bu nasıl olabilir, bir yanda yoğun bir çatışma yaşanırken diğer yanda insanlar gündelik hayatlarına nasıl devam edebilirler diye. Bir benzerini yaşadık biz. Sur’da muazzam bir çatışma yaşanıyordu. Sanki bir savaş filmi platosu gibiydi. Diğer taraftan ise gündelik hayat bir şekilde kendiliğinden akıyordu. Bu bence önemli bir travma. Hendek savaşları, şehir çatışmaları çok önemli bir travma. Bütün bunların olmaması gerektiği konusunda büyük bir bilinç vardı. Fakat Kandil buna aykırı bir yol izledi, halkın o taleplerini gündemine almadı. Halkın talepleri yerine kendi örgütsel ajandasını uygulamaya, halka dayatmaya çalıştı ki bu büyük bir hayal kırıklığına yol açtı, ciddi biçimde ters tepti. 17 şehir merkezinde yaşandı çatışmalar ve bu şehir merkezlerinin tamamı, DEM’in çok yüksek oy aldığı yerlerdi. İnsanlar buna rağmen destek vermediler. Terk ettiler oraları, çatışma alanlarını terk ettiler. Ve oralarda daha sonra buna dair herhangi bir değerlendirme, herhangi bir sorgulama da yapılmadı. Yani buna kim, nasıl karar verdi? Bunun sonuçlarının toplum üzerindeki etkilerinin ne olduğu, nerede hata yapıldığı üzerine bir sorgulama yapılmadı. Dolayısıyla Kürtlerin yaşadığı hayal kırıklığını sadece devletin onarması yeterli değil. Kandil’in de onarması gerekir bunu. Yanlış hatırlamıyorsam Cemil Bayık’ın bir sözüydü, “biz devletin üzerimize bu kadar şiddetle geleceğini düşünmemiştik” demişti. Çok facia bir açıklama bu! 40 yıldır devletle çatışıyorsunuz siz. Onun nasıl davranacağını kestiremiyorsanız burada çok ciddi bir açmaz söz konusu! Bunun sorgulaması yapılmadı. Bence insanların o dönemdeki temel kanaatleri şuydu: Biz bu harekete her türlü desteği verdik, Türkiye’nin 3. büyük partisi yaptık. Yerel yönetimlerde muazzam destek vererek çok sayıda belediye kazandırdık. Ama sonuçta ne oldu? Çatışmayı getirip kapımızın önüne koydular! Bunu kabul etmiyoruz dediler. Bu büyük politik yanlışın sonucunda doğan hayal kırıklığı, sonraki dönemde siyasal harekete katılımı da çok dramatik şekilde belirledi. Yani bugün mobilizasyon sağlanamıyorsa, kitleler eskisi gibi hareketli değilse evet, bunda devletin izlemiş olduğu sert politikaların hiç kuşkusuz çok büyük etkisi var. Devlet bu tür hareketlere katılmaları halinde insanlara bunun maliyetinin çok ağır olacağını gösterdi. Ama öte yandan Kandil’in kendi ajandasını topluma dayatmasının ve bunun ters tepmesinin de etkisi büyük. Sinan Dirlik: Devlet eğer silah bırakmazsan ben örneğin gelir, Rojava’yı da dümdüz ederim diyor. Ama buna karşılık Kandil’in barış olmazsa Kürtleri mobilize ederim, sokağa dökerim gücü yok? Vahap Coşkun: Vallahi evet, ciddi manada değişti birçok şey. Şimdi tabii devlet bunu söylüyor ama Suriye sahasında tek belirleyici aktör de o değil. Orada şu anda çok daha fazla sayıda aktör var. Bu biraz kendi iç kamuoyunu teskin etmek, biraz masaya oturduğunda diğer tarafın taleplerini asgariye indirmek için kullanılan bir söylem de olabilir. PKK’nin şu gerçeği görmesi gerekir ki, artık Kürtleri savaşa ikna edemez. Ben sosyolojinin artık bu noktaya evrildiğini düşünüyorum. PKK artık Kürtleri bir savaşa ikna edemez. O nedenle bu meselenin mümkün olduğunca kısa sürede siyaset alanına aktarılması son derece önemli. Bu arada bir hususu daha belirtmek isterim. Şimdi mesela bu barış kavramı… Türkiye’de çok normatif bir kavram. Ona ve onun üzerine her türlü isteğimizi, arzumuzu, tahayyülümüzü ekliyoruz. Hani neredeyse bir dünya cennetinde tasvir ediyoruz barışı. Oysa böyle bir şey değil barış! Eğer konuştuğumuz her husus başarıyla sonuçlanırsa bile bizim mücadelemiz, demokratikleşme meselemiz bitmeyecek ki? Yeni yeni sorunlar başlayacak. Eşitliğinden adaletine, yerel yönetimlerden kültürel haklara birçok talep var. Eşit vatandaşlığa dair talepler var, silahsızlandırmanın adil bir şekilde olmasına dair talepler var. Bunların hepsi çok yoğun bir siyasal mücadeleyi getirecek. O nedenle, “şunlar olmazsa barış da olmaz” deyip mutlak manada bir hat ortaya koymak doğru değil. İrlanda’ya bakın mesela… Çeyrek asrı aşkın bir süredir, çatışmalar bitti ama halen toplumsal sorunlar devam ediyor. Güney Afrika’ya bakın mesela… 94’lerde bitirdi meseleyi ama hala başka başka sorunlarla mücadele ediyor. Bizim de böyle bir problemimiz olacak. Burada önemli olan, bu süreç içerisinde silahları devreden çıkaracak bir vasatı sağlamak. Ondan sonra zaten demokratik mücadele her türlü devam eder. Ben silahların ortadan kaldırılmasının bizatihi kendisinin demokratikleştirici bir işlev göreceğini düşünüyorum. Siz silahları ortadan kaldırdığınızda birtakım değişiklikler yapmak zorundasınız. Örgüt liderlerinin, örgüt mensuplarının hukuki statüleri konularında birtakım değişiklikler yapmak zorundasınız. Bütün bunlar bile demokratikleştirici bir işlev görebilir. Ama çok daha önemlisi, yarın, öbür gün silah ortadan kalktığında devletin demokratik talepleri bastırmak için dayandığı en önemli gerekçeyi de ortadan kaldırmış olursunuz. Bugün ana dil dediğinizde, yerel yönetimlere yetki devri dediğinizde, kültürel hakları talep ettiğinizde terör yaftasıyla yaftalanmanız ve devletin bunun üzerinden kendisine bir meşruiyet alanı üretmesi son derece kolay. Ama silahlar ortadan kalktığında bu, demokratik mücadelenin alanının genişlemesi manasına gelir ve bu da son derece kıymetlidir. Sinan Dirlik: Kürt siyasetinin çoğulculaşabileceğini düşünüyor musunuz bu süreçte? Vahap Coşkun: Hiç kuşkusuz! Silahlar ortadan kalktığında burada bir çoğulculaşma da meydana gelir ki zaten kısmen meydana geliyor. Mesela 2002’den 2024’e kadar gelen süreçte bölgede sadece 2 partinin olduğunu gördük: Ak Parti ve HDP! Diğer partiler birer tabela partisiydi. Ama şimdi yavaş yavaş CHP’nin sahneye girdiğini görüyoruz. Bazı illerde milletvekili çıkarabiliyor, bazı illerde milletvekili çıkartabilecek sınıra geliyor. Yarın öbür gün işler biraz daha normalleştiğinde bu siyaset de çoğulculaşacak. HDP daha fazla siyaset üretmek mecburiyetinde kalacak, toplumsal talepleri daha fazla dikkate almak zorunda kalacak. Şu anda insanlar partiye tamamen bağlılıklarından dolayı oy veriyorlar. Siyaseten çok başarılı olduğu için değil, daha ziyade kimlik mücadelesinin temsilcisi olmasından dolayı oy veriyorlar. Ama yarın bu kimliğin kendisi tırnak içerisinde kriminal vaka olmaktan çıktığında, başka siyasi aktörler de bu alana girdiğinde kaçınılmaz olarak siyaset çoğulculaşacak. DEM de kaçınılmaz olarak siyaset üretmek mecburiyetinde kalacak. Daha merkezci bir dil kullanacak. Nitekim bugün baktığınızda DEM aslında bir merkez partisi. Kürtlerin sağından, solundan, yaşlısından gencinden, köylüsünden şehirlisinden, zengininden fakirinden, hepsinden oy alıyor. Peki kullandığı dil bu seçmen çeşitliliğini yansıtan bir siyaset dili mi? Değil! Ama yarın bu ihtiyacı daha yoğun bir şekilde hissedecek. Bu da siyasetin daha çoğulculaşmasını beraberinde getirecek. Sinan Dirlik: Çok teşekkür ediyorum yanıtlarınız için. Vahap Coşkun: Ben teşekkür ederim.

Benzer İçerikler

spot_img

Son İçerikler

spot_img