“Bakımsız, çorak oldukça dağınık bir maden şehri burası. Bir dağın metrelerce altında binlerce kişinin, uzun ve dar koridorlarda, taştan yontulmuş ayakların yol aldığı bir şehir. Her gün , o derin dehlizlere dalarken, yüzlercesi, o karanlıkta yitip gittiler. Bu ortak acıyı tüm insani gözler beraberce paylaşmaya çalışıyorlar şimdi…”
13 Mayıs 2014’te Soma’daki kömür madeninde çıkan yangın nedeniyle 301 işçi katledilmişti. O dönemde yazdığım bir eleştiri, bu paragrafla başlıyordu. Soma’ya giderek olayın ne boyutta olduğunu görmek, elimizden bir şey gelebilir mi diye işçilerin eşlerinin, çocuklarının yanında olmaktı niyetimiz. Olduk da. Zaman geçip orada yaşadıklarımızı yazıya dökmeye çalışırken çok zorlandığımı hatırlıyorum. Her şeyin politik olduğu noktada neyi, nereye bağlayacağımı, olayın uç sınırlarındaki keskinliğin kime dokunacağını edebiyat düzlemine yerleştirmem gerekiyordu. İşin tuhafı Soma’daki şehitlikte aklıma Kafka gelmişti. Çünkü oradaki figürlerin insan niteliği, Kafka’nın Dönüşüm hikâyesindeki duygu niteliğiyle kesişiyordu. Zeynep Karaca’nın, Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi? adlı şiir kitabını okurken de bu döngüde buldum kendimi:
“buraya biraz politika alacağız
senin bir işçinin kirli ellerine uzanan kalbinle
benim tüm insanlığı doğru bir inançla
bir ülküye bağlarsak adlı masalımda
buraya biraz kalbin sıkışmasını koyacağız.”(s.9)
Sevgili Karaca’nın kitabının tamamı işçi hikâyesi izleği taşımasa da onun şiirleri gerçekte bütün işçilerin, memurların, beyaz yakalıların; mendil satan bir sokak çocuğuna kadar tüm bir halkın, kadınların, mültecilerin; sömürü ilişkilerinden soykırıma, yaşlılara, maaşa, açlığa ve Allah’a uzanan dizeleri güncel ve toplumsal konularda fikir yürütür. Nüktedandır. Kanıksadığımız gerçekleri çarpıcılaştırır. “Eleştiri iğnesini” ustalıkla kullanır. Anlattığı meseleler tanıdıktır. Ve bu sorunları “toplu taşıma araçlarında” taşıyarak bizi adeta gerçeklikle düşlemselliğin birbirine dönüştüğü dizelere çıkarır. Bunları yaparken de “internet dilini” başarıyla kullanır. Şiirin başlıkları uzun olmakla beraber oldukça etkileyici, göndermeler ve metaforlarla doludur. Neruda’nın bazı şiirlerinde de görürüz bu uzunluğu. Sırf bu başlıklar için bile okuyabilirim sevgili Karaca’yı:
ŞU AÇLIĞI ELDEN ELE UZATALIM
otobüslere biniyoruz, tramvaylara, metrobüslere
tıklım tıklım yaşıyoruz bu hayatı
emeğin ve ekmeğin peşinde
gözleri henüz açılmış bebek yüzü gibi
ellerimizle açlığı büyütüyoruz…”(s.22)
Soma Katliamı ve Kafka’ya dönecek olursak, şehitlikte, işçilerimizin gömüldüğü toprağın üstünde, insanlar “selfi çekiyorlardı.” Bir kadın ağlarken yanına gelen bir tanıdığına telefonunu uzatıp “fotoğrafımı çeker misin” derken gözyaşını siliyordu. Ve o kadın toprağın başına diz çökerek poz vermişti. Bir poz mekanikliği karşısındaki dürüstlüğüne hayran kalmıştım. Demem o ki, şehitlikte eşlerin, çocukların ağlaması yanında onları izlemeyi bırakıp ziyarete gelen insanların davranışlarını takip etmeye başlamıştım. Yas, olması gereken bir süreç elbette. Böylelikle acılar dinmese de birbirimizle paylaşarak tamamlanabilir belki de. Bu geleneksel törende yemek yapmak ve dağıtmak da var tabii. Şehitliğin girişinde de ikramlar sunulmuştu: Kolonya, gül suyu, kandil simidi, bir tür çörek, su, lokum vb. Biraz ileriye, işçilerimizin toprağının ortasındaki ince, taşlı bir yolda, ellerinde mavi pide kasası, dört kişi birden, dua eden ya da öylece bekleyen halka, pide ve ayran ikram ediyorlardı. Herkese tek tek “alır mısınız?” diye soruyorlardı. Çoğu kişi de, o isli toprağın başında yiyorlardı. Ne yapsınlar? İkram orada olunca hemen yiyecekler elbette. Tuhaf düşüncelere takılan benim yalnızca. O an aklıma Kafka’nın gelmesi beni de şaşırtmıştı. Kafka’yı, Gregor Samsa olarak ele aldığımda, her türlü değişikliğin yaşandığı süreçte, kendisi de dahil, ailesinin yediği yemeklerdeki değişimden de sıkça söz eder kitabında. “Çatal, bıçak gürültüleri, çürümüş etler, meyveler, sebzeler, patatesler, süt vb” İşte, Zeynep Karaca da, şiirinde çeşitli yemeklerden, hububattan, tatlılardan, ekmekten, karpuzdan, elmadan bahseder. Bir şiirin başlığı, “TAVUK ŞİŞ YERKEN BULGURLA YAKINLAŞMA.” Bir diğeri, “YERYÜZÜNDE CANINIZ ÇOK SIKILIYORSA KAHVENİN YANINDAKİ KURABİYE OLUN.” Ve şöyle devam ediyor şiir:
“bilmem insan her zaman bir nesnenin yanında daha güçlü durur
kalkıp gidiyorum masadan ama artık
kahvenin yanındaki kurabiye gibi
artık iyi bir kurabiye yürüyüşüyle
ayakkabılar da biraz kahvenin yanındaki kurabiye gibi
montum da öyle
kaldırıma bakıyorum taşlar bile öyle
sonra durup kapıda belirsem
iyi bir fikir, iyi bir duygu, iyi bir yaşam
iyi bir toplum idealiyle falan diye
konuşurken kendime
kahvenin yanındaki kurabiye olduğumu
unutuyorum…”(s.29)
Bir başlığı da “BİR OTOBÜSTEYİZ AÇLIĞI İTİNAYLA ELDEN ELE UZATAN” Buradaki yineleme “betimlenen nesnenin içinde kaldığından rahatsız etmiyor:
“biz bu otobüste açlığı taşıyoruz
öfkemizin, yenilgimizin
karıncalardan çalışkan ellerimiz için
ev ya da araba almak için
feda ettiğimiz yılların
toplamını
biz bu otobüste alamıyoruz.”(s.34)
Kullandığı “internet dili” de nefis ritimli bir akış içinde anlatılır:
“teknik olarak bir hayli ilerledik
insanlık olarak da ilerliyoruz
hiçbir olumsuzluğun canı
tweet’siz kapmıyor
aşık olduğumuzda, mutsuz olduğumuz da
kabloların kalbinden bağlanıyoruz hayata…”(s.48)
Gariptir, böcek Samsa sırtının sert kabuğu altında kanatları olduğunu hiçbir zaman fark etmez. Hikâye boyunca ayaklarını, duyargalarını, kanatlarını kullanmaya yavaş yavaş alışacaktır. Biz de alıştık çoğu şeye. Uzun bir uykunun verdiği yersiz uyuşukluğa. Vasatlığa. Çürümeye. Bir işçinin hayatını ve haklarını elinden almaya. Açlığa. Mekanik sevgiye. Robotça tepkilere. Vurdumduymazlığa…Acaba bir gün “kanatlarımızı” fark edecek miyiz? Samsa’nın “o insani gözleri” gibi bakamam mutlaka. Soma’dan, “o böcek ruhumla” sürünerek ayrılırken uyuştuğumu hissetmiştim. Zeynep Karaca’nın kitabını bitirirken de bu kadar önem taşıyan konulara, insanların olaylar karşısındaki tepkiye/tepkisizliğe parmak bastığı için, karşıtlık ve birliktelik, biçem ve içerik, tavır ve “olay örgüsünü” titizlikle ele aldığı için binlerce teşekkür ederim.