Cemal Süreya’nın, Şapkam Dolu Çiçekle kitabındaki bir yazıda, “Ceyhun Ağabey”(C. Atuf Kansu) ile Christian Dior’u karşılaştırdığını görünce çok şaşırmıştım. Hatta bu isimlerin doğru olup olmadığını anlamak için birkaç kere okuduğumu hatırlıyorum. Ve şöyle devam ediyordu Süreya: “Ceyhun Ağabey, biz sanatçıların cumhurbaşkanı adayıdır. Christian Dior’a gelince, onun adını duymayan mı kaldı? İşte iki adı belli kişi. Ceyhun Ağabey şiirleriyle, yazılarıyla ün yaptı. Hekimdir kendisi aynı zamanda. Bundan yirmi yıl kadar önce Muzaffer Erdost’tan duymuştum: ‘Ceyhun Ağabey yedeksubay okulundayken Altındağ’da bir oda tutmuş, tatil günlerinde arkadaşları gezip eğlenirken o, bakımevi haline getirdiği o odada yoksul kişilerin sağlık sorunlarıyla ilgileniyormuş, karşılığında bir bedel almadan hastalara bakıyormuş.’ Bunu öğrendikten sonra Ceyhun Ağabey’in şiirine başka türlü bakmaya başladığımı anımsıyorum.”
Dior’un da benzer bir hikâyesi var, modayla ilgili tabii, ama uzun uzun anlatmayacağım. Burada asıl değinmek istediğim sözcük “ün.” Ünü, isim yapma, ismini duyurma, ismini kendi çevresinden taşırarak türlü toplum kesimlerine yayma, halka tanıtma olarak tanımlayabiliriz.
Sevgili Metin Celâl’i de, sosyal medyada şiirle, yazıyla, gazete-dergi haberleriyle ilgili paylaşımlar yaparken görüp takibe almıştım. Şu âna kadar da hiçbir kitabını okumamıştım. Sevgili Celâl’den bahsetmek için “şair” diye tek bir sesleniş yetmez aslında. Bu, haksızlık olur. Yaptıklarına baktığımızda bugüne kadar dört şiir kitabı, beş roman, iki eleştiri, bir anı kitabı yayımlandı. Antolojiler, sözlükler, derlemeler yaptı. Hâlâ da bazı internet sitelerinde yazılar yazıyor. Çeşitli edebiyat dergilerinde yayın yönetmenliği yapıp, yazı kurullarında da yer almıştır. Bu bilgileri zaten internetten veya herhangi bir kitabının girişinde görebilirsiniz.
Metin Celâl’i sanki “tanınmıyormuş”, “ünlü değilmiş” gibi bir duruma soktuğumu hissettim, evet. Ancak “ün bakımından” halka yeterince yansıtıldığını düşünmüyorum. Bilim ve sanat, politika kadar güncel değil maalesef. Ve bugün “kültür, edebiyat, şiir, öykü” adı altında toplanan etkinlikler, genellikle “lüks” sayılıyor. Halk, bilimsiz ve sanatsız yaşayabileceğine inanır. Yaşar da. Ama “siyasetsiz ve ekmeksiz” yaşayamaz. Keşke, sanatımız da, siyasetimiz de, ekmeğimiz de eşit haklara sahip ve kalıcı bir iz bırakarak ülkeyi genişletebilecek düzeyde olsaydı.
Konu, farklı bir yere doğru gitmeden hemen kitaplara dönelim. Değerli Celâl’in son çıkan kitabıyla ilgili bir şeyler yazmadan önce şunu belirtmeliyim ki onun şiir kitabını eleştirmeyi kendimde hak olarak görmüyorum. Hem çoğu kitabını okumadım hem de bir “üstat” olduğunu bile bile bunu yapmam. Bu, kişiyi “Tanrılaştırmak” anlamında düşünülmesin lütfen. Çünkü sevgili Celâl’in yetkinliğine ancak saygı duyabilirim. Okur, kitap arar ama, kitabın da okuru bulduğunu kendimden biliyorum. Açıklanabilir bir şey söylemiyorum belki, ama “rastlantılar”ın çoğu, “açıklayamadığımız” için rastlantı görünmez mi? Bilge Karasu’nun bir kitabında okumuştum: 18. yy. ortalarından bu yana “Serendipli Üç Şehzade” masalından yola çıkılarak türetilmiş bir sözcüğü var İngilizcenin: Serendipity; aranmakta olmayan değerli/ hoşlanılır bir şeyin insanın karşısına çıkıvermesi anlamında kullanılan…elbette, aranmayan şeyin bulunması, olacak şey değildir zaten. Ve birçok kişinin bu “Serendiplikten” pay aldığını kestirebiliriz. Serendip yağmuru benim de bahçeme yağar ara ara.
Sennur Sezer’in, Perşembe Mektupları’nı okurken rastladım Metin Celâl’e. Aynı zamanda sosyal medyada, Celâl’in son çıkan şiir kitabı “Bu Son Olsun” un reklamını görmüştüm. Böylece “serendipity” masalından etkilendiğimi ve buna inandığımı bir kez daha anladım. Hemen aldım kitabı tabii. Sennur Sezer de mektubunda, Celâl’in bütün şiir kitaplarının bir araya toplandığı “Herkes Kendine Yabancı” adlı kitabını övüyordu. Daha doğrusu şiir kitaplarının adlarını, bir bakıma onun dönemini de özetleyerek, etkileyişi hayranlık verici diyerek bu başlıkları yazmıştı: Adım Ölüm, Kendi Kendini Tatmin, Konformist, Küçük Hayat Bağları, Kendine İyi Bak” ve bir romanının adını da bir iç çekiş duyarak ekliyordu sevgili Sezer: “Ne Güzel Çocuklardık Biz.” Ve sevgili Celal’in şiirlerinden çokça alıntı yaparak bitiriyor yazısını Sennur Sezer.
Ben de “Bu Son Olsun” adlı kitabından birkaç alıntı yapacağım:
HANENE AY DOĞMUŞ
Gerçek adını bile bilmiyorum dediğimde
Gözünde küçük bir seğirme
Soruları sevmediğini belirten bir iç çekiş
Herkesten sakladığın aynadaki suretin
Hanene ay doğmuş diyor gülüşün
Gecenin karasında beyaz bir hilal
Bir dilek tut, üç vakte kadar olacak
telve aktı fincanından
Belki de kısmetin yanı başında diye ekliyorsun
Çapkınca süzerek
Yüreğim ferahlıyor, içimdeki sıkıntı gitmiş
Geleceğim tertemiz”(s.18)
Derken Necatigil’in yazdığı Şiir Burçları’na gidiyor aklım: “Hangi burçta doğdunuz? Şu veya bu! Burç yorumlayıcılarının, yıldız ve kahve fallarına bakarak insanlara, yakın gelecek müjdeleri vermelerine ya da yaklaşan bir felakete karşı onları uyarmalarına inanmam ya; şiirdeki burçların, bazı gerçeklerin göstergesi olduğuna inanırım” diyor ve ekliyor: “Bence her şair, şiir hayatı boyunca, üç burçtan: Gurbet, hasret ve hikmet burçlarından geçiyor. Geçmişin büyük şairlerini o zaman anlar da ondan.” Çünkü şairler güçlerini bu kesimlerde gösterirler. Olgun, ergin okuyucunun gözü daha çok sonuncu burçtadır, hikmet burcunda. Geriye kalan nedir, bunu saptamalı. Gurbetler mi, hasretler mi, hikmet mi? Sevgili Celâl’in kurduğu dizelerin harcında hikmet var elbette. Bu saygın şair “Hikmet burcundan” nasibini almış. Yalnızlık, kendiyle hesaplaşma, isyan, sevgi, sevgili, aşk, düş, dil, kendine yürüyüş, kekrelik, bir kor ateş, kül dengi, hazan, taşra…
“Yalnız bir odaydım hayatın ortasında
Gün doğumu kadar sakin
Taşra zamanları gibi yavaş ve sonsuz
Tuttun elimden, ormana attın…”(s.34)
İki bölümde ele aldığı kitabın “Kendine İyi Bak” kısmında da aynı harcı karıştırmaya devam ediyor şairimiz:
“Buse, cansuyu, gölge, on emir, umarsızlık, yalvaç…
kuytusunda kaldım dünyanın
ufalanıp gittim arafta
kurudu ağaç, çöktü ev, paslandı araba
yıprandım, eskidim onlarla
değiştim, yalvaç oldum
güç ve erdem verdi kaya
yansıdı ışık, kamaştı gözlerim
kayboldum yerle gök arasında”(s.63)
Bahsettiğim ikinci bölüme geçtiğinde harfleri de değişmiş sevgili Celâl’in. Birinci bölümde şiire ve kıtalara başlarken büyük harf uyumu varken “Kendine İyi Bak” kısmından itibaren küçük harfle yazmaya devam etmiş.
Aşkın, sevginin, inceliğin, ilginin dizelerde can bulması anlatımı güçlendirir elbette. Aşk motifleri zaten yalnızca “sözcüklere” indirgenemez.
“kandırılmaya bıraktım benliğimi
ellerinin sıcaklığına hayran
inceliğin yansıdı yüzüme
seninle her konuştuğumdan daha çok üşüdüm”(s.81)
Bir de “Dağılma Vakti” var:
kuşkulu bir aşk yaşıyorum, gerçekliği belirsiz
elinin sıcaklığı, teninin kokusu yok, biliyorum
bir türlü buluşmuyor bakışlarımız aynı tonda
sözcüklerimiz eşanlamlı değil, anlaşamıyoruz”(s.83)
Aşkın kutupları arasında kolayca somutlanamayan bir atmosferdir egemen olan. Evet, Bu Son Olsun’daki başlıklar ilgimi çekse de, gözden kaçan ufak bir yanlış anlaşılma var: Sayfa 24’te “Zaman Mevhumu” adlı şiirin başlığındaki “mevhum” un yazılışı anlam bakımından bir karmaşa yaratmış. Genelde bunu herkes karıştırıyor:
Mevhum: Kuruntu
Mefhum: Kavram demek.
Şiirin adı “Zaman Mefhumu” olmalıydı. Bir de yine sık yaptığımız yanlışlardan biri de “An İtibariyle” şeklinde -e harfiyle yazmak. Oysa doğrusu “An İtibarıyla” yani -a harfiyle bitmelidir. TDK bile bunu “itibarıyla” olarak yazar. Diğerini bulamazsınız.
Metin Celâl’in şiiriyle tanıştığım için oldukça mutluyum. “Herkes Kendine Yabancı” adlı kitabını da bulursam hemen alacağım. Sennur Sezer’in dediği gibi “Ümitli ve güzel çocuklardınız…Çünkü bütün çocuklar gibi yaşamayı ve sanatı ciddiye aldınız.”