Bunu kendisine bizzat söylediğim için, burada paylaşmakta da bir sakınca görmüyorum: Bahar Topçu, hayatım boyunca beni hiç şaşırtmamış insanlardan biri. Ama bu sıradan bir sürprizsizlik demek değil, heyecan verici bir tutarlılık ve istikrar demek.
Tanıştığımızda ikimiz de yirmili yaşların ortalarında, hayli tutkulu gençlerdik. Birlikte yazılar yazdık, söyleşiler yaptık, röportajlar verdik, tartışmalara giriştik, baş başa ya da bir kitle ile uzun yürüyüşlere çıktık, eylemlere katıldık… Hem bir yüksek lisans (Munise Nur Aktan, Galatarasay Üniversitesi, Türkiye) hem de doktora (Pınar Gürleyen, Simon Fraser Üniversitesi, Kanada) tezine girmiş Kronik Muhalif internet sitesine birlikte hayat verdik.
Bahar, bizim merceğimizdi. Güncel politik tartışmaların yer aldığı yayınları, teorik okumalarla da destekleyerek takip edip inceler, onlar üzerine son derece özenli, uzun ömürlü, seri ya da tekil yazılar yazar ve bizi her zaman daha fazlasını, daha başkasını düşünmeye sevk ederdi.
Yeşiller hareketine çok erken yaşlarda katıldı ve bu alanda hem fiziksel hem de zihinsel olarak büyük mesai harcadı. Bununla birlikte feminizm ve LGBTI+Queer mücadeleye de aynı ölçüde emek verdi.
Peşine çok erken düştüğü bu disiplinler, onun için bir “çocukluk aşkı” ya da “gençlik hevesi” olarak kalmadı asla. Ben şahsi olarak ne zaman yoklasam, onu hep aradığım yerde aynı kararlılıkla bulabildim. Hem yakıştığı hem de ona yakışan yerde.
“Şimdi ve burada” yine birlikteyiz Bahar’la. Bir bahar ayında, iklim, çevre ve çok daha fazlası üzerine, üstelik tam da kişisel çalışmalarının çerçevesinde konuştuk.
Yeni İnsan Yayınları’ndan çıkan ve Ece Baykal Fide tarafından derlenen “Ekoloji ve İklim Krizi İletişiminde Adaletin İnşası” kitabını ve o kitapta Bahar Topçu imzasıyla yer alan “Maden Karşıtı Direnişlerde Göçebe Öznelliklerin Türkiye’den Bir Kartografisi” makalesini herkes okusun isterim. Ama yazdıklarını bütün cömertliğiyle anlatma nezaketi gösteren dostuma, bu dayanışması için de ayrıca teşekkür ederim.
Emre Dursun, Nisan 2025
Emre Dursun: Yazdığın makalede ekolojik direnişlerde kadınların öznellikleri üzerine yaptığın çok sağlam analizler var ve metnin elverdiği sınırlar içerisinde, kadınların toplumsal ve çevresel algılarının nasıl şekillendiğini tartışıyorsun. Bu öznelliklerin kadınların kişisel deneyimlerinden ne ölçüde etkilendiğini düşünüyorsun? Kadınları, erkeklerden ziyade bu direnişe yönelten damar nedir?
Bahar Topçu: Kadınların ekolojik direnişlerde giderek daha da görünür olan farklı roller üstlendiklerini 1990’lı yılların başından beri gözlemliyoruz. Bunun tabii ki pek çok farklı nedeni olabilir. Sen öncelikle kişisel deneyimlerinden yola çıkarak nasıl ve neden direnişin bir parçası hatta çoğu zaman lideri olma kararlılığı gösterdiklerini soruyorsun. Feminist serüvenimin başından itibaren benim de önemsediğim bir durumdu bu. Görebildiğim kadarıyla yıllar içinde biçimlenen bir stratejik duruş var.
Emre Dursun: Mesela?
Bahar Topçu: Mesela Yırca’daki kadınların önce zeytinliklerini nasıl korumayı başardıklarını, sonra da o zeytinliklerde kendi kooperatiflerini kurduklarını biliyorsanız ve sıra sizin de zeytinliğinize, bahçenize gelmişse karşı koymaya karar verdiğiniz andan itibaren kendi rolünüze dair bir fikriniz zaten vardır. Bunu birazdan daha da açmak gerekebilir ama stratejiden de önce kırsalda toprakla kurulan ekonomik ilişkinin hali hazırda cinsiyetçi oluşu kadınların herhangi bir direnişten önce sosyal ve ekonomik rollerine dair bir olguya işaret ediyor. Kadınların deneyimleyerek duyumsadıkları herhangi bir seviyedeki ekonomiye dair (bu ev ekonomisi de olabilir, herhangi bir pazar da) özgün farkındalıkları onlara direnmeye dair bir kendiliğindenlik atfedebiliyor diye düşünüyorum. Başka bir deyişle, kadınlar ellerini taşın, toprağın altına koydukları için çevre ile kalkınmacı ekonomi arasındaki çatışmanın kendi mahallesine olası etkilerine karşı harekete geçmemenin bedelini ölçmüş bir iradeyle, “hayır” diyorlar. Madene hayır, baraja hayır, nükleer santrale hayır, mahallemde ya da köyümde büyük projelere hayır. Artık yeter!
Emre Dursun: Anlattıkların bağlamında düşünüldüğünde sadece “hayır” demeleri yetmiyordur herhalde…
Bahar Topçu: Yetmiyor tabii! Basit gibi görünebilir ama çok çarpıcıdır bence: Direniş sırasında doğal olarak pek dile getirilmese de kırsalda tarlaya gitmeyip, evle ilgilenmeyip başka bir işle meşgul olmak oldukça maliyetli olabilir onlar adına. Ben açıkçası bu röportajın okuyucularını tam da bu noktadan muhabbete, tartışmaya çağırmak isterim. Düşündükçe soru soruyu açıyor gerçekten. Senin sorunun özcü hatta cinsiyetçi bir tarafı da var. “Acaba kadınlar, sadece kadın oldukları için mi çevreye daha duyarlı olabiliyorlar” gibi bir noktadan bu soruyu karşılayanlar da gördüm. Bu hayatlarımızın her alanını boşluğa düşüren bir değerlendirme. Ben diyorum ki, bu tartışmayı geride bırakalım ve ekolojik mücadelenin bir demokrasi mücadelesi olduğunu hatırlayarak kadınların direnişlerdeki rolünü düşünelim, tartışalım.
Emre Dursun: “Başka bir iş”? Yani direniş!
Bahar Topçu: Evet, aslında çok iyi bir noktadan yakaladın. Birçok politikacının yaptığı gibi günü kurtarmak, önümüzdeki yıla iyi hasat almak yerine bu kadınlar neden ısrarla çevre köyleri örgütleyip nöbetleşmeye gidecek karar inatçı olabiliyorlar direnişlerinde?
Emre Dursun: Neden?
Bahar Topçu: İkizköy direnişlerindeki kadınların yer aldığı belgesellerde dile getirdikleri çok önemli konular var. Bölgede genişletilmek istenilen madenlerin ilk yıllarında boşaltılan köylerin erkeklerinin maden işletmelerinde çalışmaya yönlendirildikten sonra neler yaşadıklarını; kendi ekonomilerini, sosyal güvencelerini daha da iyileştiremedikleri gibi ruh sağlıklarında da ciddi sorunlar yaşadıklarını dinliyoruz. Son olarak, kadınlar biliyor ki onlara bu çıkmazı aşabileceklerini vaat edebilecek bir siyaset yapılabilir durumda değil bugün Türkiye’de.
Emre Dursun: Aslında “yaşam standartlarından” falan bahsetmiyoruz anladığım kadarıyla, daha da öte bir yaşamsızlıktan bahsediyoruz… Dayatılan koşullar bir ölüm-kalım mücadelesine maruz bırakıyormuş gibi insanları. Kadın nerede, erkek nerede duruyor; birbirlerine ne ölçüde destek veriyorlar? Sen kendi araştırmanda da benzer bir sorudan mı yola çıktın acaba?
Bahar Topçu: Çıkış noktam kırsaldaki ekolojik direnişlerdeki kadınların rolüydü, evet. Diğer bir çıkış noktam olan etnografik çalışmamın da Kaz Dağları direnişi olmasının nedeni Alamos Gold’a karşı bir kazanım sağlanmış olmasıydı.
Emre Dursun: Kadınların çevresel tahribatla ilgili tepkilerini, toplumsal cinsiyet normlarıyla nasıl ilişkilendiriyorsun? Özellikle kırsal ve kentsel bağlamda bu farklar nasıl şekilleniyor?
Bahar Topçu: Bana kalırsa Alamos Gold’a karşı yapılan Su ve Vicdan Nöbeti kırsaldaki kadınların rolünü biraz değiştirdi. Kentten kıra doğru göç arttıkça da değişebilir gibi görünüyor. Ben de çalışmama başlarken vicdan nöbetindeki direniş unsurlarını oldukça kentli ve örgütlü bulduğum için önce kentli aktivistlerle görüştüm. Onlar da aslında yerelden bir kadın desteğinin özellikle liderlik anlamında İkizköy’de gördüğümüz gibi sağlanmadığını onayladılar. Bu da benim giderek Türkiye’de kadınların çok da konuşmadığımız farklı kimliklerinden biri olan göçebeliğe, üstelik de Kentten Köye dönüşün göçebeliğine odaklanmaya yöneltti. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri kentleşme ve kent yaşamı; kalkınma, aydınlanma, kadının özgürleşmesi ile daha çok bağlantılandırılırken, kırsaldaki kadın Osmanlı’dan kalma denebilecek değerler, yaşam biçimiyle özdeşleştiriliyor. AKP gibi muhafazakâr partiler de buradaki insanları kendi doğal seçmen tabanları olarak görüyor.
Emre Dursun: O zaman neden Erdoğan İkizköy’deki direniş unsurlarını paldır küldür “çevreci görünümlü marjinaller” olarak tanımladı?
Bahar Topçu: Erdoğan’ın beton ekonomisinin uzun zamandır bir kırsal kalkınma vizyonu olmadığını zaten biliyoruz. Kabul gören tek algının kalkınmacılığın bütün unsurlarına tamamen teslim olmuş bir toplum olmasını istiyor-lar. Kaz Dağları’nın yüzde 75’inden fazlasını imar projelerine açan zihniyet, inşaatla madenle, büyük projelerle Türkiye’nin yeni, yerel şehirlerini yaratırken vatandaşlar onlara düşen ne ise uymalıdır. Aksi takdirde sorun kendilerindedir. Terör unsuru, marjinal, çapulcu oluverirler!
Diğer yandan biz, Nejla Işık’ın muhtar seçilmesine seviniyoruz. Çünkü asıl kazanan, geleceğe ve Akbelen’e dair bir sözü ve umudu olan İkizköy muhtarı Nejla Işık’tır bugün. Faşist, otoriter, katil liderler gittiğinde kendi küçük topluluklarımıza dönüp yaşamı tekrar kurgulayacağımız o anda Nejla Işık’a soracağız. Nasıl mücadele ettiğini, hayallerini, nereden başlamak gerektiğini, sıcak yemeğin nerede olduğunu, her şeyi…
Emre Dursun: Hayranlık uyandıran bir hikâye bu! Soluduğumuz bu baskı rejiminde Nejla Işık neden ve nasıl bir umut yaratıyor?
Bahar Topçu: En başta sorduğun soruya gidelim o zaman: “Kadınları, erkeklerden ziyade bu direnişe yönelten damar nedir?” Nejla Işık’ın kendi eşi, yayılmasına ve büyütülmesine karşı çıktığı kömürlü termik santrallerinde çalışmış mesela. Peki kırsalda yaşayan ve AKP’nin ana-muhalefet ile Ege kıyısında mücadele etmeye karar verdiği anda önemli bir hedef kitlesi olan Nejla Işık gibi kadınlar, neden Erdoğan’a karşı asıl kazananlardır bugün? Bu kadınlar Cumhuriyet’in kuruluşundan beri, Cumhuriyet kadını ya da devrimci kadın olma gibi kimlik inşası süreçlerinden dışlandılar. AKP’nin ilk yıllarının kadın kollarına baktığımızda bu durumun analizini özellikle kırsalda oldukça “çalış(k)an” bir şekilde yaptıklarını görüyoruz. Muhalefet de başörtüsü sorununu travmatik bir süreçle atlattığı için aralarında iyi analizler yapan insanlar olsa da bir başörtülü doktor, avukat, muhtar ile cumhuriyet kadını arasında yine Cumhuriyet unsurları üzerinden yeni bir ahenk yaratamadı. Nejla Işık, bütün bu çelişkiler üzerinden kendi yerelinde muhtar seçildi ve bunun nedeni de yerel bir ekolojik direnişin lideri olmasıydı. Buradaki tepkiselliğin cinsiyet normları dolayısıyla oldukça tarihsel ve politik.
Emre Dursun: Kaynamasın diye yineliyorum: Kırsal ve kent?
Bahar Topçu: İstanbul’dan Kaz Dağlarının eteklerindeki Çırpılar köyüne yerleşmiş arkadaşlarımızın kendilerini bir anda Alamos Gold altın madenine karşı örgütlenirken bulmalarına dair sorular sormuştum ben de Kültürel Antropoloji tezimde. Kentteki kadınların, aynı anda o kadar çeşitli ve derin mücadeleleri oldu ki, teker teker tanımlayıp çözümlemek buna maddi ve manevi yatırımlar yapmak yerine, eğer doğaya daha yakın olmak anlamlı gelmişse, kırsala ya da daha sade hayatlara göç ediyorlar. Yine de kendilerini de herhangi bir yerelin mesela kırsalın ya da başka bir sosyo-ekonomik seviyede yaşayan kadının kimliğinden de ayırmadan karşılıyorlar bu tecrübeleri.
Demem o ki günün sonunda bazı şeylerin altını çizerek sormak lazım: Kariyerinizin ve içine doğduğunuz kültürün basamaklarını takip etmek yerine farklı bir arayışa girmek neden Türkiye’de bugün bu kadar keskin bir dönüş, radikal bir seçim olabiliyor? Hem toplumsal algıda hem de deneyimleyenin kendisi, özellikle kadınlar için. Türkiye’nin kır ve kent çelişkilerini neden yine kadınlar yükleniyor? Ve tabii yine bunun üzerinden tekinsiz, köhne kentler ve kentlilik üretiliyor tekrar tekrar.
Emre Dursun: Makalende okuduğum en harika cümlelerden biri de şuydu: “Kadınlar neden bir kömür madeninin genişlememesi gerektiği bilgisini bizzat kendi deneyimlerinden edinirken, geleceğe dair de en azından olmak istemedikleri şeye dair bir sözleri, tavırları olduğunu gösterdiler.” Bu bana, seninle Çukurcuma’daki Bianet ofisinde gerçekleştirdiğimiz söyleşide Ertuğrul Kürkçü’nün söylediği bir sözü de hatırlattı: “Devrimin bilgisi sokaktadır.” Kadınların bu direnişlerdeki aktif rolü, ekolojik ve toplumsal mücadeleyi nasıl dönüştürüyor? Bundan da öte, kadınları nasıl dönüştürüyor sence? Örneğin, şehirden köye göç eden kadınlar için bu deneyim, ekolojik mücadelede nasıl bir dönüşüm yaratıyor? Ya da diğer örneklerde?
Bahar Topçu: Devrimin bilgisini ezilenler üreteceklerdir, üretmektedir tabii ki. Bugün artık çeşitli sokak tanımları var ama sanıyorum Ertuğrul Kürkçü bunu ötekiyle konuşabildiğin bir alan olarak değerlendiriyordu. Alternatifleri yarattığın, deneyimlediğin, kendine ve ötekine demokratik olabildiğin bir sürekli devrim mahallesi… Ya da aynı Gezi gibi şehrin tam ortasında bir park!
Kadınların ekolojik direnişlerdeki rolünün ilk soruda gönderme yaptığım stratejilere katkısı olduğunu görüyoruz öncelikle. Fakat, günün sonunda, sadece Kaz Dağlarında bile sayısız ekolojik yıkım projesi varken kendini mücadelenin önemli bir parçası olarak görmek ya da mücadeleyi anlamlandırmakta adım adım ilerliyor ekoloji aktivizminde mesela genç bir kadın. Öncelikle doğanın haklarını koruyan yasaların varlığı, sonra o yasaların şirketlerin değil insanın ve doğanın hayrına çalışması, en sonunda da ayağımıza dolanan bu kalkınma ekonomisinin alternatiflerinin neler olabileceğine dair bir yaşamın kurgulanmasında kadınlar farklı roller üstleniyorlar. 2019’da gerçekleşen Kaz Dağları direnişinde kadınlar bu farklı rollerden kendilerine uygun olanı giyiyorlar denebilir. Çanakkale Belediyesi’nde çalışan Atatürkçü bir kadın Alamos Gold’un Kanadalı olmasının altını çizip Çanakkale Savaşı’nda kaybedilen askerleri sayarken, başka biri Kaz Dağlarının mitolojik, kültürel önemini hatırlatabiliyor.
Türkiye’de çevre hareketi de dahil çoğu toplumsal hareket oldukça erkek egemen iken ekoloji hareketlerindeki kadınların Türkiye’deki feminist söyleme etkisini bana öyle geliyor ki yine kentten köye göç etmiş feministlerin gözlemleri ve paylaşımları üzerinden tartışabiliyoruz. Bu nedenle Nejla Işık gibi bir figürün altını çizdim. Ekolojik direnişlerin yarattığı göçebe öznelliklerle, değişken ve akışkan kimliklere bakmakta fayda var.
Emre Dursun: Maden karşıtı direniş başta olmak üzere, diğer tüm çevre katliamlarında kadınların patriarkal yapılarla olan ilişkisini nasıl analiz ediyorsun? Kadınlar, toplumsal cinsiyet normları ve ailevi baskılarla nasıl başa çıkıyorlar? Özellikle, senin de örneklendirdiğin bazı direnişlerde kadınların geri çekilmesinin sebepleri üzerine daha fazla şey söyleyebilir misin?
Bahar Topçu: Açıkçası, kırsaldaki kadınlar toplumsal cinsiyet ve aile baskısıyla nasıl başa çıkıyorlar gibi sorularla önce ben kendim başa çıkmakta zorlanıyorum!
Emre Dursun: Buyur, zorlanalım:
Bahar Topçu: Kırsaldaki kadınları değil kentten kırsala göç etmiş, gezi direnişinde bulunmuş ya da en azından onu takip etmiş kadınların, kendilerini nasıl Kaz Dağları direnişinde bulduklarına dair bir araştırma yaptım yüksek lisans tezimde. Bu noktaya nasıl geldiğim de umarım anlaşılmıştır. Ayrıca, insan-sonrası göçebe (nomadic) kimliklere dair post-materyalist düşünürleri okuduktan sonra, aklımda Kaz Dağları direnişinde ekofeminist topluluktan bildiğim, araştırmam için görüşme de yaptığım Feyza gibi kadınların aldığı role dair sorularım vardı. Kaz Dağlarını da özellikle seçtim çünkü medyadaki görünümü bana kalırsa diğer direnişlerden daha farklıydı. Simge bir yaşlı kadını görmekten ziyade büyük kalabalıklar, Çanakkale Belediyesi’nin stantları, Türk Bayraklı ya da tişörtlü insanların ormandaki yürüyüşleri, Fazıl Say konseri, Kaz Dağları Kardeşliğinin sosyal medya hesapları gibi içerikler ön plandaydı. Ben kendim de çevre hareketinde aktif olduğum için bütün bunların arka planında, yani fikri ortaya koyup organize edenlerin çoğunlukla kadınlar olduğunu da biliyordum. Feyza’ya da Kaz Dağları direnişinde yerel köylerden kadınların su ve vicdan nöbetinde lider unsurlar olup olmadığını sordum. O da “Ne yazık ki olmadı Kumarlar Köyü yürüyüşüne kadar,” dedi. Ve altın madenine su sağlamak amacıyla köyde yapılacak olan gölete karşı su nöbeti devam ederken yapılan yürüyüşün hikâyesini anlattı.
Emre Dursun: Sen de Feyza’yı ve bu hikâyeyi anlatır mısın bize?
Bahar Topçu: Ona göre kadınlar yürüyüş sırasında ve sonrasında oldukça iyi konuşmalar yaptılar, sonuç alana kadar da eylemler yapmaya kararlıydılar. Ancak köye valilik seviyesinde insanların gelmesi ve aile erkekleriyle konuşulmasının ardından geri çekilmek zorunda kaldılar. Kumarlar köyü kadınlarının Feyza’nın önerisi ile yürümeye karar vermeleri, yürüyüşü gerçekleştirmeleri ve yerel yönetim tarafından da durdurulmalarının hikâyesi bu. Feyza için bu bir mücadeleden düşüş idi, aynen böyle söylüyor, makalede de vurguluyorum hatırlarsan.
Diğer yandan, ben Kumarlar köyü kadınlarını gayet rasyonel buluyorum açıkçası. Feyza, su belgeseli çekmek isteyen bir arkadaşıyla gittiğinde öneriyor kadınlara yürüyüş düzenlemelerini, kadınlar da kendi meralarının suyu olduğu için bu fikri sahiplenip, yürüyüşü düzenliyorlar. Engellenmelerine şaşırmamak gerek! Belli ki birbiriyle hasmı olan farklı ekolojik toplulukları bir araya getirmeyi başarmışlar. Bunun yeterli bir baskı olmayacağını görünce de çekilmişler. Göletler günün sonunda inşa edildi Kumarlar köyüne. Dolayısıyla mücadeleyi ve ondan düşmeyi belki biraz daha farklı düşünmek gerekiyordur. Bence de güçlü bir hikâye, deneyim. Önemli bir tartışma açıyor.
Emre Dursun: Yani evet, Kaz Dağları ve İkizköy örneklerini yakından biliyorsun ama ekolojik direnişlerin hemen hepsini takip ettiğini de bilerek soruyorum: Kadınların bu mücadelelerde ön plana çıkması ile ilgili gözlemlediğin en büyük zorluklar nelerdi? Bu direnişlerde kadınların toplumsal rollerindeki değişim ne şekilde gözlemleniyor?
Bahar Topçu: 2024 yerel seçimleri dışındaki seçimlerde, ekolojik direnişlerin olduğu yerlerdeki seçim sonuçlarının AKP yönetiminin devamı yönünde sonuçlanması tartışma ve eleştirilere neden olmuştu. Bu yerellerin ön saflarındaki kadınlar özellikle eleştirilmediler ama temsil ettikleri söylem, “Eğer köyün Rabia Anası da buldozerin önünde durmuşsa artık son raddeye gelinmiştir” algısında bir güven kayması yarattı diye hatırlıyorum. Bu noktada benim baktığım yer ilk önce, bu kadınlar böyle bir temsil niteliğine gönüllü müydüler, bilerek ve isteyerek mi devam edildi? Sonra da süreç içerisinde bu kadınların ikna edilmesi de gerekti mi? Farklı yerellere, kadınların o yerellerde aldığı rol ve örgütlenme biçimlerine göre bu soruların cevabı da değişiyor. Benim genel tespitim, bu soruların cevabı değişse de değişmese de kadınlar öncelikle devletin rolüne dair bir hakikati haykırıyorlar.
Emre Dursun: Nedir o hakikat?
Bahar Topçu: Bugün, İletişim Başkanlığı’nın yayınlarına mesela Sosyal Politikalar raporuna baktığımızda iktidarın, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” geleneğini savunduğunu görüyoruz. Oysa Yeşil Yol’da, İkizköy’de, İkizdere’de kadınlar farklı seviyelerde devlet nerede diye sordular. İktidara yakın olanlar belki “sadece şirketlere giden devlet bize gelmedi” dedi. Kimisi “devlet ne zaman bize çalışmış?” diye sorabildi. Bu da tabii ki erkek egemen devleti merkeze alan yerel topluluklarında bir sarsıntı yaratıyor. Ama bu sarsıntıyı politik bir sürece evirecek olan aktörler kimlerdir, neler yapmalıdırlar diye baktığımızda da bütün bu direniş repertuarından yeterince öğrenmiş bir muhalefeti arıyor gözlerimiz.
Emre Dursun: Bence çok çarpıcı bir diğer cümlenden yola çıkmak istiyorum. Şöyle diyorsun: “Haberlerde yerel yönetim ya da çevre derneklerinden konuşan erkek isimleri ile haber içeriğinde verilen fotoğraflardaki kadınlar dikkatimi çekiyor ister istemez.” Ben buradan şunu anlamakta haksız mıyım: Eyleyen kadın, farklı gerekçelerle ve en azından bir “fotoğraf” olarak öne çıkarılan kadın ama konuşanlar erkek. Aslında bu hem Türkiye hem de birçok dünya ülkesinde hemen her konuda böyle gelişiyor maalesef. O zaman soru şu: Medyanın, kadınların maden karşıtı direnişlerdeki rolünü nasıl yansıttığını değerlendiriyorsun? Medya söylemi, direnişin görünürlüğü açısından ne gibi etkiler yaratıyor?
Bahar Topçu: Sonuçta yerel yönetime dair inisiyatif alabilecek kurumlarda, sivil toplum örgütlerinde bir erkek egemenliği var. Olup biteni farklı perspektiflerden, kapsayıcı bir şekilde ele almaya çalışan medyanın kime hangi soruları yönlendirdiği ile iktidar medyasının çalışma biçiminin ne kadar farklı olduğunun benim açımdan ucu kaçmış durumda. 2019’daki Kaz Dağları nöbeti sırasında ATV’nin bir tartışma programında nöbetteki insanların terör bağlantılı, özellikle de FETÖ bağlantılı olduğu iddia ediliyor.
Bunun yanında bugün gazetecilik işini yapmaya çalışan gazetecilerin de yok pahasına ellerinden geleni yapmaya devam ettiklerini biliyoruz. Yeşil Gazete sonuna kadar direndi, Açık Radyo örnek bir topluluk radyosu olmaya devam ediyor. Buralarda da kadınlara olabildiğince yer veriliyor, ifade alanı açılıyor. Bu da hem işin doğrusunun bu olması hem de kadınlardaki direniş bilgisine ihtiyaç duyulmasından kaynaklanıyor, diyebiliriz rahatlıkla. Benim çalışmamda, gittiğim köyde ve konuştuğum aktivist ve kadınlarında beklediğimden daha az bir kimlik çatışmasına ya da kargaşasına rastladığımı söyleyebilirim. Yani, kentten köye göç etmiş kadınlar, yerel halkla farklılıklarının, iletişim sorunlarının oldukça farkındalar. Medyadaki yansımasına baktığımızda da kent kökenli kadınlarda biraz daha örgütlenmeye öncelik verme ve medyada yereldeki kadınları ön plana çıkarma öncelikleri olduğunu söyleyebilirim.
Emre Dursun: Peki Bahar, biraz daha kafa yorsak… Kadınların, direniş süreçlerinde medya aracılığıyla daha geniş bir kamuoyuna seslerini duyurabilmesi açısından hangi stratejiler daha etkili olabilir sence?
Bahar Topçu: Kafa yoralım hatta bu vesileyle biraz da hafıza zorlayalım: Geçtiğimiz şubat ayının başında RTÜK başkanı Ebubekir Şahin bir açıklama yapmış ve haber bültenlerinde, Türkiye’de olumlu olaylar olmadığı algısının yaratıldığı, vatandaşların karamsarlığa ve yalnızlığa düşürülmek istendiğini falan söylemişti. “Ülkede, güvenlik sektörü başta olmak üzere çok çeşitli alanlarda olumlu gelişmeler varken, RTÜK’ün bu duruma karşı harekete geçeceğini” belirtmişti. Bak her söylediğini hatırlıyorum ama nereden başlayacağımı bilemiyorum!
Medya krizi bu kadar derin değilken ve kimse de iklim kriziyle ilgilenmiyorken sesimizi olabildiğince insana ulaştırmaya çalışıyorduk ama bunun tam olarak bir anlamı olup olmadığını da sorguluyorduk açıkçası. Şimdi, özgür medyanın önemini deneyimleyerek idrak etmiş bir eski iklim aktivisti olarak tanımlayabilirim kendimi. İklim felaketlerinin sanki olağan bir doğa olayıymış gibi lanse edilmesinin sermaye bağlantılı nedenlerini gördüğünüzde ve anladığımızda tek bir kişiye bile ulaşabilseniz bir anlamı olacağına dair bir anlayış geliştiriyor ya da bu şekilde deliye dönüyorsunuz işte diyebilirim.
Emre Dursun: Bunu senden duymak, en azından benim için, bildiğim hakikatten de korkunç! Yine sana döneceğim ama… Makalen bu anlamda çok ciddi açılımlar yapıyor, biraz konuşarak da çözmek istiyorum: Ekolojik mücadelelerde, kadınların ‘göçebe’ öznelliklerini nasıl tanımlıyorsun? Bu terimi daha geniş bir toplumsal bağlama yerleştirirken, kadınların bu ‘göçebelik’ deneyiminin politik ve toplumsal anlamları hakkında ne düşünüyorsun?
Bahar Topçu: En azından Simone de Beauvoir İkinci Cinsiyet’i yazdığından beri bunu konuşuyoruz aslında bence. Öncelikle göçebe kimliklerimizin pek çoğumuzun hayatına içkin olduğunu görmemiz gerekiyor. Yani fiziksel olarak göç etmenin yanında, kendimize kattığımız ya da hayatımızda bize katılan geçişken kimliklerimizin birer göçebe kimlik olarak da algılanabileceği yorumu. Çocukluktan yaşlılığa hayat bir göçebeliktir ve toplumların evrimleşmesinde de önemli bir rolü vardır.
Biyolojik kimliğimizin ötesinde toplumsal cinsiyet kimliklerimizin tanımlarının içine doğmuyor muyuz? Yani, erkek nedir, nasıl yaşamalıdır tanımının Osmanlı Devleti’ndeki anlam ve algısıyla bugünkü tanımlarının aynı olmadığını biliyorsak, bu “lineer” bir göçebelik olabilir. Kadın olmanın göçebeliği ise feminist bir bakış açısıyla kadının ona ataerkil toplum tarafından atfedilen anlam ve yaşam çerçevesinin dışında, kadın olma süreçlerine bakabildiği bir kimlik olanaklarının bütünü olabilir. Fransız filozof Gilles Deleuze’ün ‘becoming’ olgusundan yola çıkarak post-materyalist feministlerin yorumladıkları bir olgu göçebe, nomadic feminist kimliklerimiz… Öncelikle beni heyecanlandıran, biraz da sakinleştiren girişimler…
Emre Dursun: Madem anlat da biz de sakinleşelim…
Bahar Topçu: İçine doğduğun toplumun verili (genellikle devlet tarafından yoğurulmuştur) hakikat ve kimliklerini eleştirdiğin, kalıbından çıkararak yapı-söküme uğrattığın bir süreç travmatik bir süreçtir aslında. Bunu sadece Foucault söylediği için onaylamıyorum. Kendi deneyimimde Türkiye’nin resmi tarih okumasının dışına çıkmaya başladığım zamanların yarattığı travmatik etkileri görüyorum kendimde. Bugün üniversite öğrencilerinin sokakta yaptıkları şey de tam olarak böyle bir dönüşümü tercih etmeleri. Sokakta olmak güzel, Emre.
Yalnız ben Türkiye polisiyle tekrar karşılaşmak istemem. Bugün, izlediğim videolardaki şiddeti gördüğümde de bu gençlerin kendilerine dair bundan sonraki bilgi üretimi, yaşam kurma biçiminin ne kadar zor olduğunu görüyorum. İşte bu zorluk içinde, büyük bir gelecek kaygısıyla, ekonomik zorluklarla eğitimlerine devam eden öğrencilerin sokaklarda farklı bir hikâye yazabileceklerini görmemiz de bir göçebe öznellik örneğidir. Feminizm açısından da öyle sakin odalarda feminizmi okuyarak değerlendirebilmenin ötesinde (hiçbir feminist yazarda bunu görmedim zaten) olmakta olanı yorumladığın, kendi değerlerine dair bir değişim teorisi geliştirdiğin, başkalarıyla tartıştığın ve bunları yaparken de çoğunlukla örselendiğin bir süreçten bahsediyoruz. Kadın olmanın farklı rollerinin tartışıldığı bir süreç öyle kolay, “eleştiriyi buraya koyduğuma göre artık özgürleşebilirim” dediğimiz bir Cumhuriyet kadını ya da devrim kadını farkındalığı gibi bir şey değildir. Olamıyor… Bak, ne yazık ki demeye çok yaklaştım ama hadi demeyeyim: neyse ki diyeyim! Neyse ki herkes feminist olacak ya bir gün, işte beni sakinleştiren şey de bu belki de… Sakinleşebildin mi?
Emre Dursun: Çok makbule geçti, teşekkür ederim…