16.2 C
İstanbul

Şehirde Kaybolmak: Mekânın Hafızası ve Sessiz Tanıkları

Yayınlanma tarihi:

Mekânın Hafızası

Şehirler sadece binalardan ibaret değildir. Şehir tümüyle ele alınarak; geçmişten bugünün konforuna taşınabilmişse şehirdir. Ağacın ömrünü olabildiğince uzun ve yaşadığı sokakta tamamlamasının önemini anladığımızda korunur o şehir hafızası da…

Bir zamanlar çocukların seksek oynadığı kaldırımlar, telaşla geçilen yollar olduğunda çocuklara sek sek oynayabilecekleri alanlar yaratılmalı mesela yeni yapılanmada. Yani trafiksiz alanlar ya da bahçeler olmalı şehirlerde; kocaman parklar…

Bir esnafın dükkanında yıllar boyunca biriken kahkahalar, fısıltılar, alışverişler; vedalar sessizce duvarların arasına sinmişse o duvar yıkılmadan güncellenmeli; yeni yaşamın içinde yer bulmalı kendisine…

Yani o duvar yıkılmadan günümüze kaliteli bir şekilde ulaştırılamıyorsa duygular ve anılar arşivi, bir ortak bilinç haritası, bir toplumsal tanıklıklar bütünü korunamamış demektir.

Çünkü mekânın hafızası, insan hafızası gibi de değildir. İnsandan da çabuk unutur, korunmadığında silinir. Hatırlayanlar yeni nesle anlatmaya çalıştığında da sadece yaşlılık anıları olarak dinlenir. İnsan bilmediği, görmediği yerin yasını tutmaz zira.

Walter Benjamin‘e göre, bir nesnenin “aurası” yani “zaman ve mekân içindeki eşsiz varlığı” kaybolduğunda, nesnenin fiziksel formunun ötesinde hafızasının ve taşıdığı anlamın da silindiği söylenebilir.

İş makinesinin bir darbeyle yıktığı bir bina sadece moloz değildir; orada yaşanmış hayatların, umutların, kavgaların, bekleyişlerin de moloz altında kalması demektir.

Şehirde kaybolmayı sever misiniz?

Eskiden şehirde kaybolmayı severdik. Kendi ritminde keşfedilecek sokaklar, beklenmedik bir meydan, gizli kalmış bir kahve vardı. Ama artık…

Ama yazık ki uzunca bir süredir kaybolduğumuzda, birbirine benzeyen beton bloklar, aynı zincir mağazalar, aynı sıradan meydanlar görüyoruz. Üstelik küçük şehir metropol ayrımı olmaksızın; her yer beton yığını, her yer ruhsuz… Şehirler hafızasını yitirirken, biz de kendi benliğimizi, renklerimizi kaybediyoruz — ama bunu fark eden ne yazık ki çok az insan var. Oysa şehirlerin hafızasını yok saymak, yalnızca bir duvarı değil, bir toplumu sessizce yıkmak demektir.

Kentleşme ve Deprem

Yakın zamanda olan ve İstanbul’da yoğun hissedilen depremler sonrasında gördük ki; deprem sonrası İstanbullu sokaklara sığmadı.

Nedenlerini kendi ellerimizle inşa ettik — üstelik o toplanma alanlarını feda ettiğimiz “yeni!!!” binaların depreme dayanıklı olup olmadığı bile muamma. Öyle bir güvensizlik Toplanma alanı yok. Önlem yok. Sadece beton var, bir de korku.

Bu görüntü, aslında şehirlerin hafızalarını ve yaşam alanlarını yok ederek oluşturduğumuz beton odaklı kentleşme modelinin kaçınılmaz bir sonucuydu. Kentlerin hafızası ve yaşanmışlıkları birer birer yok edilirken, yerine dikilen yeni yapıların ne estetik kaygısı ne de güvenilirliği öncelikliydi.

Deprem gerçeği bize, betonun altında kalan şeyin yalnızca toprak değil; geçmişimiz, güven duygumuz ve ortak hafızamız olduğunu bir kez daha gösterdi.

Artık şehirlerin, sadece yüksek yapılaşma ve rant odaklı projelerle değil; aynı zamanda hafızayı koruyan, güvenliği sağlayan, sürdürülebilir ve toplumsal bilince dayalı bir planlama ile yönetilmesi gerektiğini kabul etmeliyiz.

Kapitalizmin Yükselen Duvarları

Avrupa’da birçok şehir, yüzyıllar boyunca ayakta kalacak yapılarla inşa edildi. Bu dayanıklılığın yalnızca mühendislik değil; toplumsal, hukuksal ve siyasal bir kültür meselesi olduğunu görmek gerekiyor.

Sobalı müstakil evlerden kaloriferli apartmanlara geçiş, modern yaşamın kaçınılmaz bir adımı olarak değerlendirilebilir. Ancak Avrupa’da bu dönüşüm, geçmişi tamamen yıkıp yok ederek değil, koruyarak ve dönüştürerek gerçekleşti. Kentsel hafızanın korunması, yalnızca estetik değil; aynı zamanda kültürel sürdürülebilirlik anlamına da geliyor.

Avrupa’da seçim dönemlerinde yapı affı gibi uygulamaların olmaması, kent dokusunun uzun vadeli planlarla korunmasına olanak tanıyor. Bu yaklaşım, hem çevresel sürdürülebilirliği hem de yapısal bütünlüğü gözeten bir sistemin parçası.

Buna karşın bazı ülkelerde — özellikle Türkiye gibi deprem kuşağında yer alan bölgelerde — inşaat, hem ekonomik büyümenin temel aracı hem de kültürel bir refleks hâline gelmiş durumda. Yeni konutlar, hızla ve çoğu zaman gelecekteki afet risklerini gözetmeden inşa ediliyor. Betonarme yapılar, çoğu zaman yalnızca birkaç on yıl dayanacak şekilde planlanıyor; yirmi yılı dolmadan yıkılıp yerine yenileri dikilen projeler, kalıcılıktan çok kârlılığı önceliyor.

Kentler artık hafızayı korumak için değil; rant üretmek, hızlı tüketim döngüsünü sürdürmek ve “modernlik” görüntüsü yaratmak için şekilleniyor. Oysa geçmişi korumak, yalnızca bir nostalji meselesi değil; toplumsal ruh sağlığı, aidiyet duygusu ve kriz anlarında yön bulma kapasitesiyle de ilgilidir.

Bir zamanlar şehrin kalbinde yer alan taş duvarlar, eski apartmanlar, geçmişi fısıldayan sokak lambaları; bugün yerlerini cam cepheli ama kimliksiz yapılara bırakıyor.
Kaybolduğumuzda tanıdık bir hatıra değil, birbirinin kopyası sokaklarda yönsüzleşiyoruz.

Çocukluğumuzda tiyatro sahnelerinde izlediğimiz “beton canavarı” artık gerçek hayatın bir parçası. Güvensiz yapılar nedeniyle evlerimizi yıkıyor, deprem korkusuyla hızla yeni konutlara yöneliyoruz. Bu döngü, farkında olmadan hepimizin katkı sunduğu bir canavarı besliyor. Kişisel güvenlik kaygısı, toplumsal ölçekte inşaat sektörünü yeniden ve yeniden büyüten bir refleks hâline geliyor.

Ve aslında her seferinde görüyoruz ki; özellikle kapital baskının ağır olduğu ülkelerde, binaların ömrü bir insan ömrü kadar bile düşünülmüyor.

Sağlamlık değil hız; kalıcılık değil kârlılık öncelikli. Betonarme yapılar, en fazla elli yıl dayanacak şekilde inşa ediliyor. Ve çoğu zaman bu binalar, daha yirmi yıl dolmadan yıkılıp yerine yenileri dikiliyor.

Artık şehirler, hafızayı korumak için değil; arazi değerini sürekli artırmak, hızlı tüketim döngüsünü sürdürmek, görünüşte modernleşmek için şekilleniyor. Geçmişi korumak, ekonomik verimlilik açısından “risk” gibi görülüyor. Oysa bu anlayış, sadece fiziksel yapıları değil, şehrin ruhunu da sessizce tüketiyor.

Artık şehirler, bize ait izleri barındırmıyor. Geriye dönüp bakmak istediğimizde tanıdık duvarlar değil, birbirine tıpatıp benzeyen cepheler çıkıyor karşımıza. Sokaklar aynı değil, biz de artık orada değiliz. Modernleşme adı altında kaybolan sadece mimari değil; belleğimiz, aidiyetimiz, çocukluğumuz da sessizce siliniyor.

Hollywood’un Uyanışı

Bir dönem gökyüzüne daha yakın olmanın, manzaraya hükmetmenin cazibesiyle baş döndürücü hızda yükselen gökdelenler; Amerika’da yeni bir yaşam biçiminin vitrini hâline geldi.

Donald Trump gibi iş insanları, apartman yaşamını yalnızca konfor değil, aynı zamanda bir statü göstergesi olarak pazarladı. Hollywood ünlüleri de bu yeni yaşam tarzını hızla benimsedi.

Gösterişli lobiler, ışıltılı asansörler, tüm şehri yukarıdan izleme ayrıcalığı… Bir apartman dairesinde yaşamak, artık sadece bir konut değil; bir kimlik beyanıydı. Ancak zamanla bu sihrin ardındaki yorgunluk görünür hâle geldi.

Gökdelenlerde yaşamak, sunduğu görkemli manzaraya rağmen, insanın temel ihtiyaçlarına hitap etmiyordu: mahremiyet, doğallık, kök salma arzusu. Cam duvarlar ardında yaşamak, sosyal görünürlük sağlasa da içsel yalnızlığı büyüttü. Her gün aynı manzara, zamanla “özgürlük”ten çok “kafes” hissi yarattı.

(Netflix’te yayımlanan ve Trump’ın hayatını anlatan Trump: An American Dream adlı belgeselde, Donald Trump’ın New York’un geleneksel müstakil ev kültürüne alışkın zenginlerini, Trump Tower’daki gökdelen dairelerine taşımak için nasıl yoğun bir algı operasyonu yürüttüğü de anlatılır. Başarıyla pazarlanan bu yeni yaşam biçimi, zaman içinde birçok kişi için yalnızlaşmanın ve kopuşun da adı oldu.)

Bu nedenle pek çok ünlü, görünmeyen ama etkili bir “tersine göç” başlattı. Gökyüzüne uzanmaktan vazgeçip, toprağa inmeyi tercih ettiler. Şehir dışına, doğayla iç içe müstakil evlere, geçmişin izlerini taşıyan eski çiftliklere yerleşmeye başladılar.

Çünkü gerçek bir yaşam; yalnızca yüksekte değil, köklere yakın, hatıralara dokunan, zamana direnen yerlerde mümkündü.

Trump Tower’ın yapay büyüsü, yerini toprak kokusuna, rüzgârın sesine ve yaşanmışlığa bıraktı. Görkemli kulelerde ise zamanla statü değil, yalnızlık hüküm sürdü. Ve bu uyanış, geç de olsa Türkiye’ye de yansıdı. Ama Avrupalı, bu tuzağa baştan hiç düşmedi…

Türkiye’deki Körleşme

Amerika’da yüksek katlı yaşamın sahte cazibesi çözülüp, ünlüler ve varlıklı kesimler doğaya ve müstakil yaşama geri dönerken; Türkiye’de bu farkındalık çok daha geç oluştu.

Uzun yıllar boyunca, şehir merkezindeki yüksek katlı rezidanslar; sosyal statü, başarı göstergesi ve ulaşılabilirlik simgesi olarak görüldü. İstanbul’da özellikle Levent–Zincirlikuyu–Maslak hattı boyunca yükselen yapılar, bu anlayışın fiziksel karşılıklarına dönüştü. Bir dönem Swisôtel’in manzarayı kapatma izniyle başlayan süreç, Gökkafes gibi silueti domine eden yapılarla devam etti. Tanınmış isimler, AVM’lerle iç içe rezidanslarda yaşamakla, şehrin en işlek caddelerinde daire sahibi olmakla övündüler. Görünür olmak, popüler mekânlara kolayca ulaşmak, bir tür “varoluş kanıtı”na dönüştü.

Oysa bu görünürlüğün bedeli ağır oldu. Şehrin ruhu yok olurken, yeni binaların sunduğu parlaklık; yaşanmışlığın, mahremiyetin ve aidiyetin yerini aldı.

Ancak son birkaç yılda, bu algı kırılmaya başladı. Türk ünlüleri geç de olsa doğaya yaklaşmanın, müstakil yaşamanın kıymetini fark etmeye başladılar. Şehir merkezlerinden uzak, orman arazilerine komşu villalar, taş evler ve geniş bahçeli yapılar giderek daha fazla tercih ediliyor. Ama bu geç gelen uyanış, beraberinde bir çelişkiyi de taşıyor: Doğaya kaçarken doğayı tüketme riski.

Orman alanlarının tahribi, ruhsal konfor adına yapılan plansız yapılar, “sessizlik” uğruna doğanın sesinin bastırılması…

Türkiye’de hâlâ genel bir şehir kültürü değil, daha çok bireysel “kaçışlar” söz konusu. Hâlâ şehrin ruhunu, hafızasını korumak; sokakların, eski apartmanların, meydanların yaşanmışlığını sürdürmek gibi bir toplumsal bilincimiz yok.

Şimdilik sadece “daha fazla alan”, “daha az kalabalık” arıyoruz — fakat geçmişin izlerini koruma refleksi henüz gelişmedi. Oysa geçmişi korumak, yalnızca estetik değil; toplumsal direnç ve sürdürülebilirlik açısından da hayati.

Geç kalınmış sayılsa da, hâlâ umut var. Yeni inşaatlar kadar, eski yaşam alanlarını güçlendirmenin ve yaşatmanın da mümkün olduğunu bilmemiz gerek. Kentleşme artık sadece müteahhit-devlet ilişkisi değil; halkın, STK’ların, akademisyenlerin birlikte belirlediği katılımcı bir sürece dönüşmeli.

Türkiye’de Üç Şehir, Üç Kader

Türkiye’deki kentleşme sorunlarını yalnızca İstanbul merkezli düşünmek, daha geniş bir gerçeği gözden kaçırmamıza neden olur. Farklı şehirlerde farklı biçimlerde yaşansa da, temel sorun ortak bir hafıza kaybına işaret eder.

Fotoğraf: Abdurrahman Isseini/ Unsplash

İstanbul

İstanbul, tarih boyunca sayısız medeniyete ev sahipliği yapmış bir şehir. Ancak son 50 yılda, plansız büyümenin ve rant odaklı dönüşümün en yoğun örneklerini yaşadı.
Tarihi yarımadadan boğaz sırtlarına uzanan birçok yapının ya dış kabuğu korunarak içi boşaltıldı, ya da doğrudan tahrip edildi. Sonuçta, İstanbul’un belleği parça parça silikleşti.

 Ankara

Ankara, bir başkent olarak Cumhuriyet’in modernleşme vizyonuyla şekillendi.

Başlangıçta planlı mahallelerle kurulan kent, zamanla kontrolsüz büyümeye sahne oldu.
Batıkent gibi planlı bölgelerle gecekondu alanlarının iç içe geçmesi, iki ayrı kentsel yüz yarattı. Bugün Ankara, plan ve plansızlığın yan yana var olduğu bir şehir görünümünde.

İzmir

İzmir, sahil şeridinde görece daha dengeli ve estetik bir yapılaşma sergilese de, iç mahallelerinde aynı sorunları barındırıyor. Körfez çevresindeki hızlı yapılaşma, kentsel dönüşüm projelerinde sosyal adaleti çoğu zaman göz ardı etti. Özellikle Basmane gibi semtlerde, geçmişi koruma çabaları ekonomik gerekçelerle sekteye uğradı.

Safranbolu. Cansu Sarp/Unsplash

Bu üç örnek, bize şunu gösteriyor: Kentleşme, yalnızca fiziksel yapı üretimi değil; aynı zamanda hafıza, kimlik ve toplumsal adalet meselesidir.

Şehirlerin kaderi, yalnızca mimari tercihlerle değil; planlama kültürü, siyasi irade ve toplumsal bilinçle şekillenir.

Oysa Türkiye’de Safranbolu, Mardin, Tire gibi şehirler geçmişle uyumlu yapılaşmanın mümkün olduğunu gösteriyor. Bu anlayış neden büyükşehirlerin iç mahallelerine yayılmasın?

Korunarak güncellenen yaşam alanları, yalnızca estetik değil; ekonomik ve toplumsal değer de üretir.

Aynı Köyden İki Yol: Almanya ile İstanbul Arasında Kentleşme

1960’lı yıllardan itibaren Türkiye’den Almanya’ya çalışmak üzere giden işçilerle, aynı dönemlerde İstanbul’a göç eden yurttaşların büyük bölümü benzer köy ve kasabalardan yola çıktı. Ancak bu ortak çıkış noktası, iki farklı sistemde bambaşka kentleşme deneyimlerine dönüştü.

Almanya: Katı Planlama, Kolektif Denetim

Almanya’da göçmenlere ayrılan yaşam alanları, sıkı kurallarla belirlenmişti. Devletin planladığı yerleşim düzeninde bireysel müdahaleye neredeyse hiç yer yoktu. Balkon camı değiştirmekten dış cepheye çivi çakmaya kadar pek çok detay belediye iznine bağlıydı. Bu sistem, bireyin kent üzerindeki etkisini sınırlandırıyor; yapı düzenini korumayı önceliyordu. Ancak bu katı denetim, aynı zamanda göçmenleri şehirlerin dışına iten ve toplumsal uyumu zorlaştıran bir yapı da oluşturdu.

Türkiye: Bireysel Müdahale, Siyasi Onay

Aynı yıllarda İstanbul’a göç edenlerse, şehrin çeperlerinde kendi elleriyle alanlar yarattılar. Özellikle Boğaz sırtları gibi bölgeler, izinsiz ama kalıcı gecekondu mahallelerine dönüştü. Başlangıçta geçici ve yasadışı görülen bu yapılar, zamanla siyasetin oy pazarlığına dahil oldu. “Tapu vaadi”, “altyapı sözü” gibi kampanyalarla sistem dışı yerleşimler meşrulaştırıldı. Kent böylece bir “çıkar mimarisi” içinde şekillendi.

1970’lerin sonu ve 1980’lerin ortalarına kadar bu yapılar yalnızca siyasi değil, kültürel olarak da meşrulaştırıldı. Üstelik bu, sanıldığı gibi yalnızca sağ değil; sol çevrelerin de desteklediği bir durumdu. Özellikle algı yönetiminde etkili olan sinema yapımları, bu alanlarda yaşayanları “halkın sesi” olarak konumlandırdı. O dönemin topluma duyarlı olduğu iddia edilen filmleri, gecekondu yaşamını romantize etti. Hikâyeler çoğu zaman aşkın arka planında sınıfsal çelişkileri görünür kılar gibi yapsa da düzenin yarattığı eşitsizlikleri sorgulamak yerine, bu sağlıksız yapılaşmayı olağanlaştırmayı tercih etti. Böylece hem bir düzen eleştirisi görünümü korundu hem de kent yoksulluğu içselleştirilip normalize edildi.

Bu karşılaştırma, kentleşmenin yalnızca fiziksel değil; politik, kültürel ve idari bir süreç olduğunu açıkça gösteriyor.

Almanya’da birey sisteme uyum sağlamaya zorlanırken; Türkiye’de sistem, bireyin çıkarına göre şekillenmeyi seçti. Bu da Türkiye’deki kent hafızasının neden daha kırılgan ve parçalayıcı olduğunu açıklayan önemli bir farktır.

Bugün İstanbul’un dönüşümünde geçmişin izlerini ararken, o yılların kentleşme biçimini ve siyasal hafızasını da unutmamak gerekir: Kent, Türkiye için yalnızca yapıların değil; aynı zamanda seçim vaatlerinin, toplumsal uyumun ve birey-devlet ilişkisinin de ürünüdür.

Sessiz Tanıklar

Her şey birbirine benzerken, geçmiş hızla silinirken, bazı şeyler inatla ayakta kalır.
Bir duvar, bir tabela, bir kapı kolu… Zamanın içinden geçip bugüne ulaşabilmiş sessiz tanıklar.

Şehrin göbeğinde, hâlâ eski taşlarıyla direnen bir duvar… Geleneksel tahta sandalyeleri çağın konforuyla buluşturan bir kahveci… Yüz yıllık bir sokak lambası… Solmuş bir apartman girişinde hâlâ görülebilen bir soyadı… Konuşmazlar, dikkat çekmezler, kendilerini öne çıkarmazlar. Ama gören gözler, duyan kalpler için geçmişi fısıldarlar.

Bu sessiz tanıklar sayesinde şehirler birer hafıza mekânı olmaya devam eder. Yeni gelenlerin fark etmediği, hatta tanımadığı detaylar; eski zamanların hâlâ canlı kalmış parçalarıdır. Ne acıdır ki bugün bir şehrin hafızasını korumak, neredeyse bireysel bir çabaya dönüşmüş durumda. Ne resmi projeler, ne koruma planları… Çoğu zaman yalnızca küçük bir dikkat, sade bir sadakat ayakta tutuyor geçmişin izlerini.

Bir ağacın gövdesinde, bir taş duvarın çatlağında, eski bir sokağın solmuş tabelasında… Kaybolmaya yüz tutmuş bir hayatın hâlâ hatırlanabilir olduğu son yerler.

Kaybolmanın Şartı Hatırlamaktır

Bir şehri sevmek, yalnızca onun yeni yüzünü beğenmek değil; eskimiş taşlarına, silinmeye yüz tutmuş hikâyelerine, yaşanmışlıklarına da sadık kalmaktır.

Çünkü şehirler yalnızca bugünü değil, geçmişi ve geleceği bir arada taşıyabilen canlı organizmalardır. Ve her yıkılan bina, her yok edilen sokak, her silinen meydan — sadece bir fiziksel kayıp değil, aynı zamanda bir hafıza ve kimlik kaybıdır.

Kapitalin yükselen duvarları arasında şekilsizleşen şehirlerde, insanlar da yönsüzleşir.
Hangi caddeye saparsan sap; aynı tabelalar, aynı markalar, aynı cepheler… Çünkü hafıza yoksa, yön de yoktur.

Bugün rastgele dolaştığımız şehirlerde, geçmişte kaybolmanın heyecanını arıyoruz. Ve bazen rastladığımız küçük bir iz — özenle restore edilmiş bir pencere korkuluğu, tarihi dokusu korunarak güçlendirilmiş bir merdiven, yıpratılmadan yenilenmiş bir duvar yazısı — bize geçmişin hâlâ bugünde var olabileceğini gösteriyor.

Ama bazen bir harabeye dönmüş köşkün önünde durduğumuzda, onca yaşanmışlığı içimizde hissederken, yanımızdan geçen birinin “Kesin miras davası vardır. Yıkılsa da yerine güzel bir bina dikilse…” dediğini duymak da mümkündür. İşte o an, yalnızca geçmişin değil; geleceğin de ne kadar tehdit altında olduğunu hissederiz. Çünkü belleksiz kent, talana açık kenttir.

Oysa Avrupa’daki birçok şehirde, tarihi yapılar sık sık “yanmaz.” Çünkü yıkılan yere yeniden yapı izni verilmez. Yeni yapılacaksa bile orijinaline uygun biçimde yapılması şart koşulur. Orada belediyeler, seçim için değil; şehrin hafızası için çalışır.

Gerçek şehirler, zamana direnerek yaşar. Ne yazık ki biz, direnç göstermek bir yana, belleğimizi bile hızla terk ettik. Ama hâlâ geç değil.

Unutmamalıyız: Bir duvarın çatlağı, bir zamanın izini taşıyabilir. Ama o çatlak, bir depremde yıkıma yol açmayacak kadar güçlendirilmişse… İşte o zaman geçmiş, bugünü besler; gelecek için sağlam bir temel hâline gelir.

Şehirleri yaşatmak, yalnızca yeni yapılarla değil; görünür kılınan geçmişle mümkündür. Belki de en basit ama en etkili çözüm: Yeniyle birlikte eskiyi de anlatmak.

Bir kafeye dönüştürülen eski fırının duvarına asılan bir fotoğraf, bir sokak tabelasında eski adın da yer alması… İşte bunlar, şehri yalnızca yaşanır değil, hatırlanır da kılar.

📎 Bu dosya hazırlanırken yararlanılan kaynaklar:

Walter Benjamin, The Work of Art in the Age of Mechanical Reproduction, 1936

Ayşe Buğra ve Çağlar Keyder, Yeni Kapitalizmde Kent ve Kentlileşme, İletişim Yayınları, 2013

Rita Süssmuth vd., Bilim Kurulu Göç Raporu, Almanya Federal Hükümeti, 2001

İlhan Tekeli, Türkiye’de Kentleşme Yazıları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2009

Trump: An American Dream, Belgesel Dizisi, Netflix, 2017

Kapak Fotoğrafı: Kirill Veprikov- Unsplash

Benzer İçerikler

spot_img

Son İçerikler

spot_img