23.4 C
İstanbul

Şiirin Ve Çocukluğun Eşsiz Dili

Yayınlanma tarihi:

Bence edebiyat iki temel ögeden oluşur: Bir şaire, yazara özgü belli bir hayat görüşü ve bunu okura aktaracak belli bir üslup. Dileyenler bu iki ögenin aslında aynı şey olduğunu, şairin hayat görüşünün zaten üslubunda barındığını da söyleyebilirler. Önemli olan bir edebiyat yapıtının bize hayatı şairin gözüyle göstermesi ve bir an için bile olsa bizi hayatın işte, evet, tam da böyle olduğuna inandırabilmesidir. Üslup kendisi için değil, hayata işaret etmek için vardır. Ama bazı şiirlerde de şair fazlasıyla kendi kendisinin bilincindedir. Ve üslup sürekli olarak şairin ne denli ince, zeki, duygulu, yerine göre nüktedan olduğuna dikkat çeker. Hatice Nisan’ın, ilk şiir kitabı Hoşça Kal Vardiyası bence bu kategoride.
Şiirin hem “yaşanmışlık” hem de “yazılmışlık” koktuğu, çarpıcı, güzel ve duygulu. Bana göre, şiir, şairin yaşadıklarında, deneyiminde bulduğu biçimden başka bir şey olamaz. Şiir bir hayat deneyidir, bir yaşama anlayışıdır. Şair, yaşamasının şeklini anlatır, deneyini anlatır. Bir şiirin hikâyesi şairinin hikâyesidir. Ama şiirin deneyim dışında neredeyse her şeyden “sözcüklerden, sesten, imgeden, ideolojiden, gelenekten vb.” çıkabileceğine inanılan Türk şiirinde, bir Yahya Kemal ya da Edip Cansever gibi, S. Altınel de gerçekten de bir “ada” gibi durur. Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” gibi bir yapıt, sırf ustalık ve hüner düzeyinde ele alınacak olursa, elbette yalnız Türk şiirinin değil, dünya şiirinin de başyapıtlarından biridir…Hatice Nisan’ın kitabındaki giriş yazısı “Dağların Ardı, Kapıların Arkası,” şiirlerinden daha çok beni etkileyen, hatta “çarpan” sadece bir kesimin(hatta kendisinin) hayatını en iyi şekilde anlatan biçimsel ve duygusal özelliklere sahiptir.
“Karşımızda bir dağ yükseliyordu. Annem dağa bakıyordu. Ben de bakıyordum. Annemin ne düşündüğünü merak ettiğimi anımsıyorum. Sormak istediğimi ama sormadığımı…İkimiz de dağa doğru bakıyorduk. Her zaman geçtiğimiz yollarda o günü farklı kılan neydi, annemin bakışı mı, gurbet hissi mi, dağın cüssesini ikindinin ışıklarıyla yeniden kavramak mı anlamadan o an şiirin kelimesiz bir sessizlikte gelip içime yerleştiğini anımsıyorum. Belki de sarsıcı anların şiirde ve insanda karşılığı aynı değildir.”
Burada aklıma Yunan şair Ritsos’un Örümcek adlı şiiri geliyor:
Bazen rastgele, önemsiz mi önemsiz bir sözcük
umulmadık bir anlam katar şiire,
örneğin kocaman boş bir küp gibi
kaç zamandır kimsenin uğramadığı
terk edilmiş bir bodrumda;
karanlık ağzında bir örümcek dolaşmaktadır, anlamsız,
(senin için anlamsız, ama onun için değildir belki.)
(Türkçesi: Ö. İnce, H. Millas, İ. Kuçuradi, s.226)
Hatice Nisan’ın giriş yazısı ve şiirleri de “karma bir tür” gibi, ne anılar üzerine temelleniyor yalnızca, ne de yaşamöyküsü. İkisinden de besleniyor. Şiirin sınır tanımaz özgürlüğünden de istediği ölçüde yararlanıyor. Bu yanıyla onu bir çeşit varoluşsal sorgulama ya da “anımsamalar, hatıralar, çocukluk, kış ve anne yolculuğu” diye nitelendirsek hiç de yanlış olmaz.
Azaldı aramızdaki çocukluk
kışlarımız kavuştu
günler, aylar inceldi
su gibi kırılmadan…
yeni yeni anlıyorum kaybolmanın aklını
tembihsiz, azıksız, ışıksız
bizi arayan karanlık anne
kaçırılmış buluşmalar evindir
bizden bir hatıra çıkar
bizi kucakla.(s.24)
Sevgili Nisan’ın, giriş yazısında ve şiirlerinde bize düşünsel derinlik kazandırması, yaşadıklarını nasıl algıladığına, anımsadığına bağlıdır; çünkü Gabriel Garcia Marquez’in dediği gibi “Hayat, insanın yaşadıkları değildir; aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır.”
Ve sevgili Nisan, öyle güzel bir yerden yakalıyor ki çocukluğunu, “anlatmak için nasıl hatırladığımız gerçeği” de burada çıkıyor ortaya. “Çocuk dilinin” büyülü evrenine sokuyor bizi sanki:
“Bildiğim, o sırada çocukluğun zindeliğinden daha yorgun, daha buğulu, hayal kırıklığından daha tatlı, sevgiden daha buruk bir hissin üzerime doğru geldiğiydi…Boğazımın ortasında bir karınca geziyormuş gibi küçük, gezgin sesler titreşti. Oyuna benziyordu, oyun değildi. Fino’nun kaybolup sonra kuyruğunu sallayarak ortaya çıkmasına benziyordu ama değildi. O ân belli bir süre, çocukluğumun uçuşan gündeminde kendine ufak tefek uğraşlar bularak içimde dolandı. Sonra sessizliğe büründü. Yeniden daha görünür olduğu zamanlar ilkokula başlamıştım.”
Burada, Melih Cevdet Anday’ın, Sözcükler Toplu Şiirler adlı kitabında nefis bir “dil tanımı” var:
“Çocukluğumda yere düşünceye dek dönerdim, bir yandan da bilinmeyen sözler söylerdim. Uzun süre unuttum onları, sonra yeniden buldum. Yaratma budur. Sanki bilinmez bir dildendi. Bütün çocuklar anlarlar o dili. Sonra anımsamaz olurlar. Ama bir gün bakarsınız, ağzınızdan saçma, anlamsız bir söz çıkıvermiş…başınız döner. Şiir, başdönmesinden başka nedir ki! Anlaştığımız dilleri bulana lanet olsun!” (s.375)
Aslında dümdüz bir anımsama değildi bu, dokusuna ‘acıma ve isyan’ duygusunun sindiği, buruk bir anımsama:
“köklerden geldim, hatıradan,
gelecek uzun olsun gecesinden
tırnaklarımsa öyle kısa
eşelediğim bu geniş bahçede
dünyadan sökmediğim ne kaldı
kendimden başka. (H. Nisan, s.34)
Anımsama biçimleri, yazardan yazara, şairden şaire değişkenlik gösterir. Kuşkusuz bire bir örtüşmese de aralarında benzerlikler içerenler de vardır. Aktarımlı bir söylemle “karanlık ve korku” dağıdır Hatice Nisan’ın çocukluğu. Ve bu dağda kazılar yapar. Hoşça Kal Vardiyası, bu kazıların ürünüdür. Bunlarla çatışarak varoluşsal bir gerçekliğe ulaşmanın öyküsü. İnsanın dayanma, direnme, kendi yazgısını biçimlendirme gücüne bir övgüdür. Yaşamdan, yaşantılardan beslenmeyen hiçbir “yazınsal yaratı” düşünülemez. Yaşantılar “suskun sözler”dir. Anımsama, suskun sözleri anlatıma ve söyleme dönüştürmedir. Sevgili Nisan’ın dediği de bu değil midir bir bakıma…

Benzer İçerikler

spot_img

Son İçerikler

spot_img