Dünya edebiyatına baktığımızda bazı kitaplar tüm dengeleri değiştirmiştir. Ve bu kitaplardan birkaçını ele aldığımda kuramsal bir çerçeveden çok, duru, açık ve net bir anlatımla yazmayı tercih ettim. Üstelik, Günlükler’de “Kişi hem anlaşılır hem de kısa yazmalı” der Tolstoy. Bugün uluslararası Tolstoy uzmanları, entelektüel kaynaklara başvurarak denemeler, eleştiriler, makaleler yazdılar. Kimdi Tolstoy? Edebiyat tarihine katkısı ne olmuştu?
On dokuzuncu yüzyılın ünlü Rus yazarlarından Lev Nikolayeviç Tolstoy, edebiyat tarihine en önemli klâsiklerden ikisini bıraktı: Savaş ve Barış, Anna Karenina. Diğer kitapları da önemli kuşkusuz. Diriliş romanından sonra Ortodoks kilisesinden aforoz edildi. Toprak sahibi zengin bir ailenin oğluydu. Ancak küçük yaşta anne ve babasını kaybedince yakınlarının elinde büyüdü. Üniversiteyi tamamlayamadı. Mükemmeliyetçiliği arıyordu. Ahlâki değerleri vardı ama kısa bir süre sonra bu, yerini Tanrı’nın nazarında değil de diğer insanlardan daha iyi ve güçlü, daha ünlü ve varlıklı olma arzusuna bıraktı. Şan, şöhret, para kazanabilmek için durmadan yazıyordu. Sosyetenin arasına da katıldı. O dönem yaşadığı cemiyeti ve kendi hayatını İtiraflarım adlı kitabında şöyle dile getirdi:
“Savaşta insanları öldürdüm, öldürmek üzere düelloya davet ettim; kumar oynayıp kaybettim. Köylülerin emeklerini iç ettim. Ahlâksızlık ve serkeşlik ettim. Yalan, hırsızlık, sarhoşluk, şiddet, şehvet…İşlemediğim suç kalmadı.” (s.12)
Manevi dünyasında çalkantılar yaşayan, iyilik yapmak isterken kendini sürekli “pişman olacağı ortamlarda ve hareketlerde” bulan Tolstoy, her yeni güne bazı kurallar koyar. Böylelikle düzeleceğine inanır. 1847-1910 Günlükler adıyla basılan güncesinde iyiden iyiye bir liste oluşturur. Öncelikle hatalarını yazar:
“Bugünün bütün hataları şu özellikleri taşıyordu:
1.Kararsızlık, enerjisizlik
2.Kendi kendini aldatma
3.Acelecilik
4.Kibir
5.Kötü düşünce yapısı
6.Tutarsızlık…(s.57)
Dünyevi zevklerden bir türlü kurtulamayan, iradesine yenik düşen Tolstoy, kendisine dürüst sorular sorar: “Ne için yaşıyorum? Kimin için? Ne öğretebilirim?” Felsefi düşünceleriyle birlikte bir yandan insanları küçümseyen yanı onu yavaş yavaş çiftlik hayatına doğru yöneltecektir. Moskova sosyetesinden iğrenirken ve onlardan kurtulmak isterken çiftlikteki çalışanlar, emekçiler, köylüler düşüncelerine takılır. Ve şöyle der:
“Yıpratıcı bir yaşama daldığımda, her şeyde benden çok aşağıda olan insanların bu alanda benden çok çok üstün olduğunu fark ettim.”(s.50)
Hastalık derecesinde gelişmiş bir kibir ve çılgınca bir özgüven…Peki, nereye tutunmalı? Yurtdışından döndükten sonra bir köye yerleşir. Ve köy okullarında öğretmenlik yapmaya başlar. Burada da ilerleme adına “eleştirel” yaklaşıyordu. Yine bir ikilem, yine bir şüphe hali. Hayatı boyunca da her şeye şüpheyle yaklaşmaya, sorular sormaya devam edecekti: “Ne için yaşıyorum, hayatımdan ne çıkacak?” (İtiraflarım, s.93) Tolstoy’un çocukluğundan beri gerçekleri incelemeye karşı büyük bir ilgisi vardı. Özellikle babaannesinin evinde bulunan Lev Stapanoviç adlı “kör” bir hizmetlinin geceleri tüm aileye anlattığı Rus halk öykülerinin Tolstoy’a ilk yazarlık esinlerini verdiğini söylemek mümkündür. Halk da gelenekler tarafından kendisine aktarılan tüm inançlardan, halk içinde var olan efsanelerden, atasözleri ve masallar şeklinde ifade edilen “mesellerden” öğrenmektedir.
Tolstoy’un, Sevgi Neredeyse, Tanrı Oradadır” adlı öyküsüne de bu “mesellerden” biri gözüyle bakıyorum. Hatta belki de “Tolstoy’un Bisikleti” kavramının dilimize yerleşmesine neden olan bir mesel. Öyle ya, Tolstoy, oğlunu kaybedince bunalıma girer. Ve kurtuluşunu 67 yaşında bisiklete binmeyi öğrenerek atlatır. Benzer bir hikâye Tolstoy’un bu öyküsünde de vardır:
“Bir kentte, Martin Avdeyiç adında bir ayakkabı tamircisi yaşıyordu. Martin, oğlunu gömdükten sonra öylesine büyük bir ümitsizliğe, büyük bir bunalıma kapıldı ki Tanrı’ya inandığı halde O’na söylenmeye başladı. Kendisi dururken oğlunu elinden aldığı için Tanrı’yı suçlayıp durdu. Kiliseye gitmeyi bıraktı. Bir gün, gezgin bir hacı, Manastırdan dönerken Martin’e uğradı ve onu yıkılmış bir halde bulunca Martin’le konuşup onun çektiği acıları dinledi. Yaşlı gezgin, ‘Biz Tanrı’nın yaptıklarını yargılayamayız. Ne olacağına bizim mantığımız değil, Tanrı’nın iradesi karar verir. Kendi mutluluğun için değil, Tanrı için yaşamalıyız Martin’ der. ‘O, sana hayat veriyor ve sen de onun için yaşamalısın. Bunu öğrendiğin zaman artık hiçbir şey seni kederlendirmeyecek ve her şey sana çok doğal gelecek.’ Martin, o günden sonra ayakkabıcılık işine geri döner ve farkında olmadan dükkâna gelen müşterilerine iyilik yapmaya başlar. Zorlu kış günlerinde, sokakta kalmış bebekli bir kadına dinlenmesi için bir oda ve battaniye verir. Çay ikram eder. Çorba verir. Birkaç kişiye daha benzer şekilde yardım eder. Bir yandan da “Kutsal Kitabı” okumaya devam eder. Sayfadaki ilk satırlarda şunlar yazıyordur:
“Acıkmıştım, bana yiyecek verdiniz; susamıştım, bana içecek verdiniz. Yabancıydım, beni içeri aldınız.’ Sayfanın en sonunda da şunlar yazıyordur: ‘Mademki bunların en azından birini benim kardeşlerime yaptınız, o zaman onu bana yapmış oldunuz.’”
Tanrıyla devlet arasında sıkışıp kalmak 18. yy. özelliklerinden biridir. Dönemin burjuva kültürü, ev hayatının temel belirleyeni olduğu için “evlilik kurumu” ön plandadır. Tanrı ve devlet, bu kurumun oluşturanı oldukları kadar hem içinde hem de yanındadır. Burjuva hayatı ve evliliği tam bir ikilemle Tolstoy’u ömür boyunca uğraştırır. Din, aile ve edebiyat sürekli birbiriyle didişen olgular olarak Tolstoy’un hayatıdır. Nitekim bu olguları eserlerine de yansıtmıştır. Hayatında asıl belirleyicinin hep edebiyat olmasına izin vermiştir. Felsefe, din, politika gibi disiplinler de edebiyatını besleyip zihnini ölünceye kadar meşgul etmiştir”